Doğumevinin Kedileri / Gülümser Heper
Her canlı varlığını bir karında saklarmış. Can önemli, karın da… Doğum, çok daha önemli. Kadınların karın dediğimiz bölgesinde bir organ var. Rahim. Yavrusunu koruduğu için adına rahim demişler. Rahim içindeki bebeyi korumada oldukça başarılı, ancak kadını korumada pek değil.
Bazı kadınlar için sadece bir yük torbası. Öyle bir yük ki doldurması da boşaltması da kendinden bağımsız. Kadın olmak bazıları için bu yükün altında ezilmek gibi.
Hanife gelin beşinci çocuğunun doğum ağrısı başladığında tam da böyle hissediyordu. Karnı belirdiğinden beri komşu kadınlar kendisine “yüklü” diyordu. Tam kitabın ortasından bir laftı bu.
Kendisi yüklü, taşıdığıysa artık bir yük torbasıydı. Doğumevinin yolunu düşündüğü an korkudan zangır zangır titremeye başladı. Nasıl gidecekti o yollara, nasıl boşalttıracaktı bu ağır yükü?
İçinden inşallah doğum ağrısı değildir diye ümitlenirken iş bu ya birden ağrısı kesildi. Şükredecekti ki aniden bacaklarının arasından ılık ılık akan sıvıyı hissetti, “lanet olsun şeytana,” diyerek komşu Müzeyyen’e bağırdı.
-Bacııı, gel hele bir.
Müzeyyen dar düştü odaya.
-Ne oldu gız?
-Suyum geldi.
-Demee! Ne yapacağız şimdi? Memet’e haber vereyim mi?
-Gız ne haberi vereceksin? Üç doğumdur tövbeli, gelmez. Buna niye gelsin ki?
-Arkası üstüne gelsin pis herif. Ben bir Hayriye’ye haber vereyim.
-Gız Müzeyyen diyorum ki hiç kimseye haber vermesek, şuracıkta doğursam ben. Ne olur ki?
-Demeebacııım. Ben korkarım. Bebeleri anasız koma istersen.
Müzeyyen odayı terk ettiğinde evdeki hareketliliği merak etmiş olacak ki evin dişi kedisi Lokum, bedenini önce kapıya sonra duvara sürterek odaya girdi; zıplayarak Hayriye’nin başında durdu.
Yapacağım bir şey var mı dercesine ona bakıyordu. Hanife kedinin de yüklü olduğunu fark edince ağrısını bir an unuttu, kediyle arasında bir yakınlık hissetti, söylenmeye başladı.
-Anaam, hayvan insan fark etmiyor. Ne varıdı Allah’ım bu zıkkımı buraya depikleyecek, sonra da saatlerce böğürte böğürte çıkartacak. Bu evde bir ben bağırıyorum aha bir de bu el kadar hayvan. Hayvan hiç değilse kendi doğuruyor; bense bütün mahalleynen. Ben nasıl gideceğim şimdi o Urus karılarının yanına?
Hanife’nin en büyük korkusu Urus gibi ebe kadınlar, bir de doğumevinin yoluydu. Yol değil cehennemin kapısıydı sanki. İkinci doğumunda fark etmişti o batasıca yolu. Doğumevi tam Devlet Hastanesinin arkasındaydı. Yol, hastanenin arkasına döndüğü anda şeytanın eli insanın sırtında gezmeye başlıyordu. Doğumevinin önünde birbiri ardına dizilmiş tam beş tane devasa paslanmış çöp tenekesi vardı. Kapakları her zaman açık, içleriyse tıklım tıklım çöple dolu olurdu. Çöpten sızan kara sarı bir sıvı tenekelerin ayaklarının dibinde göllenir, bakınca dahi insanın midesini ağzına getirirdi. Koku desen o anlatılamazdı. Leş mi, irin mi, fışkı mı? Ne diyeyim Allah’ım? Çöp tenekelerinin etrafında yüzlerce kedi yaşardı. Öyle kedilerdi ki hepsi mahallenin kabadayısı Selahattin gibi yan bakanı deşerdi. Değil hesap sormak, selam vermeden geçemezdin. Kedilerin hepsi besili, tüyleri ve gözleri parlak, dişleri köpeklerinki kadar sivri, cırnakları kuaför Leyla’nınki kadar uzundu. Hepsi de o paslı tenekelerin içinden besleniyordu. Bu fukara şehirde insanlar midesine atacak ekmek bulamazken çöpe bir kedi sürüsünü besleyecek kadar yiyecek atması imkansızdı. Ancak ne gariptir ki çöplerin içi sanki kasap dükkanıydı.
Bir gün acı gerçeği anladı. Çöpe atılmış taze etin kokusunu hisseden beş altı kedi insanın kanını donduracak şiddetteki feryatlarla eti kapma mücadelesi veriyorlardı. Nihayet birisi kaptı ve uzun, bağırsak gibi bir parçanın ucunda duran löp eti sürükleyerek uzaklaştırdı. Hanife önce ciğer sandı eti. Ancak yine de ciğere de pek benzetememişti Zaten ciğeri niçin atsınlar ki? Birden etin hikmetini çözdü. Bu atılanlar ciğer değil doğan bebelerin eşleriydi! Kedi löp etle uzaklaşırken Hanife arkasından bakmış ve “zıkkım ye inşallah” diyerek kediye beddua etmişti.
Aslında kedilerin de suçu yoktu. Aç hayvanlar! Zaten açlıkla boğuşan insanlardan ekmek kapacak değillerdi ya! Suç o hastanenin başhekimindeydi. Daha doğrusu başhekimlerindeydi. Doğumevinin iki başhekimi vardı, bir yıl biri diğer yıl diğeri başhekim olurdu. Öyle gönüllü bir sırama değil tabiî ki. Biri sağcı, diğeri solcuydu. Sağcılar iktidar olunca sağcı olan başhekim olur, güçten düşünce de diğeri adamını bulur başhekimliği alırdı. En kanlı dönemler görev devir teslim dönemleriydi. Tam bir rezillikti. Başhekimliği kaybeden odasının kapısını kapatır, anahtarı diğerine teslim etmezdi. İşte o zaman iş çilingire düşer, çilingir de işi çözemeyince koca kapı kütür kütür balyozla kırılırdı. Yeni kapı gelinceye kadar başhekim öyle bir iki gün kapısı açık oturur, kapı gelince de halka kendini kapatırdı. Dışarıda doğum mu var, cenazemi var, kıyım mı var hiç oralı olmazdı. Odasında ince sazdan müzik dinler, çekmecesinden viski yudumlardı. Muayenehaneye gitme saati gelince de kambur omuzlarını kedi gibi dikleştirerek dükkanının yolunu tutarlardı. Dışarıdaki kedilerden hiç de rahatsız olmaz bir nevi çevreye hizmet gibi düşünürlerdi. Ziyan olacağına yesinler hayvanlar. Ne olacak ki?
Allah’ım beni bir daha bu sokağın köşesinden döndürme diye çok dua etmişti Hanife. Gel gör ki Allah’ın da işi buydu. Can verecek, yaşatacak, sonra da can alacaktı. Bir marangoza gidip dolap yapma diyemiyordu insan; bir demirciye gidip vurma bu demire de diyemiyordu. Ekmekçi ekmeğini, yoğurtçu yoğurdunu yapıyordu nihayet. Hanife’nin dediği iş değildi. Tıpış tıpış gidecek, çatır çatır doğuracaktı. Doğuracaktı da o izbandut ebelerle nasıl başa çıkacaktı onu kestiremiyordu.
Tam sekiz tane ebesi vardı doğumevinin. Hepsi de Allah var Urus kadın subayları gibiydi. Anası Karslıydı Hanife’nin. Rus işgalinde kaldıklarında kadın subaylardan çok zulüm görmüşlerdi. O yüzdendir ki bu benzetme dillerine yapışmıştı. Ne zaman bir zulüm görseler hafızaları canlanır, o kadın askerleri anarlardı. Ebeler tam da öyleydi, boy pos, göbek, baldır, kas…
Görevleri o Allah vergisi güçlü kollarıyla, doğuran kadının karnına basarak doğumu hızlandırmaktı. Doğuma bir güreş maçına çıkar gibi çıkarlar,kasap gömleğine dönmüş gömleklerinin kollarını kıvırır, çıplak kollarıyla Allah verdi demez kadının karnına abanırlardı.Çenelerinin güçleri ise kollarının güçlerinden kat be kat fazlaydı. Kollarıyla bastırırken doğuran kadınlara ağza alınmayacak laflarla küfrederlerdi. Kadınlar deli dana gibi altta böğürürken, onlar azgınlaşanları sakinleştirmek için kafasına kafasına bile bindirirlerdi. Dedim ya Urus’un zulmü yanlarında hiç kalırdı. Ne acıma, ne çekinme, ne merhamet. Çıkan bebelere şöyle bir bakar, taşak görürse sevinir, yüklü bir bahşiş almak için bebelerin apış aralarını kapıda bekleyen aile efradının burnuna sokacak gibi uzatırlardı. Yok eğer kızsa, oradaki hademeye seslenir, çocuğu bir beze sardırır, kapıdakilere ekmek uzatır gibi uzatırdı. Henüz uzattığı kız bebeye bahşiş veren aileye rastlayan ebe olmamıştı.
Hanife tüm bunları düşünürken ağrısı dinmiş, Hayriye de odaya dar düşmüştü. Onu görünce rahatladı, çoğaldı Hanife.
-Oy yavaş bacııım, çatlayacaksın, niye koştun bu kadar, hemen çıkmadı ya!
Hayriye soluklanarak birkaç saniye bekledi, sonra cevapladı.
-Bacım öyle diyorsun da belli mi olur, beşincisindesin, valla Emine’nin gelini beşinciyi tam bir saatte doğurmuş.
-Keşkee bacım, nerede, hiç değilse bu karıların eline düşmem, doğururum şuracıkta, bir kazan su kaynatmaya bakar, ama ne gezer, benimkinin çıkışı dar dediler, geçen sefer çatır çatır kemiklerim ayrıldı adeta, bu seferki de zor olacak, diğerlerine göre karnım çok daha iri.
-Doğru bacım şahidim bizzat. Gecikmeyelim gidelim bari, herif taksi parası bıraktı mı?
-Ne gezer bacım! Ekmek parası bırakmıyor ki taksi parası bıraksın. Davranın ikinci ağrı başlamadan gidelim, yalnız şu pisikleri görürseniz benim gözümü örtün de görmeyeyim.
-Korkma sen, göstermem.
Üç kadın atkılarını örterek yola koyuldular.Altını tutsun diye Hanife’ye don yerine şalvar giydirdiler.Ancak şalvarın bilekleri giyilmekten o kadar laçkalaşmıştı ki kadının bacaklarının arasından sızan sıvı bileklerinden serbestçe aşağıya iniyor, yürürken ardında kanlı bir iz bırakıyordu. Kapıdan çıktıklarında mahallenin bütün kadınları pencereye çıkmış “Allah kurtarsın,” diye seslenmişlerdi.
Doğumevinin sokağına döndüklerinde Hanife’nin ağrısı tekrar başladı. Kadınlar adeta sürüklüyorlardı onu. Bıraksalar neredeyse sokağın ortasında doğuracaktı. Ancak kadınlar bundan hicap duyardı. Böyle it eniği doğurur gibi doğurmayı ne kendilerine ne de Hanife bacılarına yedirebilirlerdi. Ölse bile doğumevine çıkaracaklardı onu. Ağrının zorundan kadının kapıdaki kedileri bile görecek hali kalmamıştı. Merdivenin başında iyice tıkandılar. Hanife’yi merdivenden çıkarmayı gözleri kesmiyor, kara kara düşünüyorlardı. Tam o anda Erzurumlu müstahdem Ömer’i gördüler. “Gardaş bir el at,” diyerek adama boyunlarını büktüler. Ömer istemeyerek de olsa Hanife’nin yanına geldi, kadını sırtına aldı ve taş basamakları adım adım tırmandı, sahanlığa gelince de öylece yere bıraktı. Şükür doğumevine ulaşmışlar, hatta merdiveni bile çıkmışlardı. Doğum masası on metre ilerdeydi. Urus karılarının engelini de aşarlarsa doğum masasına çıkacağı mutlaktı Hanife’nin.
Şükür ki Urus karılarından bugün en insaflı olanı vardı. Müzeyyen Hanife’ye müjdeledi, “Zehra varmış bugün bacım gözümüz aydın.” Hanife’nin bağırmaktan cevap verecek hali artık kalmamıştı. Yerde debelenirken birisi hayrına bir sedye koşturdu. Kadını üzerine koyup doğumhanenin kapısına ulaştırdılar.
Bir önceki doğum yarım saat önce bitmişti. Zehra masanın başında cıgarasını içiyordu. Sedyedeki hastayı görünce yüzü asıldı. Kaçıncısı olduğunu sordu. Beşinci olduğunu öğrenince yüzü daha da asıldı. Cıgarasını tablaya bıraktı, bir eldiven geçirdi eline, iki parmağını kadının rahmine lök diye soktu, bir şeyler arar gibi birkaç dakika arandı, parmaklarını çıkardı, “Bir saate kalmaz doğurur bu kadın,” dedi.
Tam o anda dayanılmayacak şiddette bir kramp girdi Hanife’nin karnına. Sanki bir engerek yılanı içeri girmiş, rahmini boğuyordu. Rahmin ağzını ise doğumevinin kedileri tırmalıyordu adeta; dayanılacak bir ağrı değildi velhasıl. Var gücüyle bağırmaya başladı Hanife, bağırdıkça içerisine dolmuş yılların zulmünü dışarı atar bir hali vardı. Bağırtısından Zehra çok rahatsız oldu. “Patla inşallah” diyerek onu doğum masasına aldı. Nihayet doğum başlamıştı.
Zehra çıplak kollarıyla var gücüyle Hanife’nin karnına basıyor; bir yandan da “ıkın ıkın” diye bağırıyordu. Hanife ıkınmaya çalışıyor ama ağrı iflahını kesiyor,yattığı yerde bağırmaya devam ediyordu. Bağırdıkça Zehra daha beter küfrediyor, arşivlediği bütün küfürleri sıralıyordu.
Tam bir saatlik bir uğraş sonrası nihayet kara saçlı bir kafa rahmin ağzından dışarı çıktı. Zehra alnının terini sildi. Sonrası işi kolaylamıştı artık. Devamında gelecek vücudu ve organları merak etmeye başladı. Mesleğinin en sevdiği yeri burasıydı. Bir kumarbazın yere düşen zarı merak ettiği kadar yüreği kabarır, gelecek vücudu beklerdi. Nihayet omuzlar çıktı ve birden taşakları gördü, yüzüne bir gülümseme yayıldı. Ayağından tepe aşağı bebeyi sallarken kocaman eliyle bebenin poposuna şaplakları indirdi. Hanife’nin kafasını kaldırarak çocuğu görmek istediğini fark etti.
-Hadi bakalım koca karı oğlan anası da oldun, dedi.
Terin, suyun, kanın içerisinde kalmış Hanife’nin bedeninden bu kez sevinç gözyaşları fışkırmaya başladı. Zehra bile belli belirsiz duygulandı. Artık sıra gelecek yüklü bahşişteydi. Bebeyi eline ve koluna yatırdı, apış arasını iyice araladı. Doğumhanenin kapısını açtı. Bekleyen iki kadını görünce şaşırdı hayli.“Nerede bebenin babası?” diye hiddetle sordu. Kadınlardan gelmediği cevabını alınca aynı hiddetle odaya geri döndü, bebeyi müstahdeme verdi, bir sigara yaktı. “Allah belanızı versin, bizim doğumevinin kedileri gibi her yıl doğuruyorlar,”dedikten sonra devam etmek için zihnindeki bütün küfürleri gözden geçirdi.
Gülümser Heper
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR