Son Dakika



İyi de nedir bilgi toplumu olmak dedikleri, bankamatikten para çekmek ve internette en ateşli cinsel kapışmalara ulaşmak mı, yoksa bireyleri çağdaş bilgilerle donatılmış bir toplum durumuna gelmek mi, açıklamıyorlar bize, yabancı sözcüklere bayılmalarına karşın, İngilizce karşılığını bile söylemiyorlar; ben, kendi payıma, hâlâ anlamış değilim.

Bildiğim bir şey varsa, o da, özellikle deyimin yaygınlaşmasından bu yana, koyu bir bilgisizlik ve bilinçsizlik bulutunun tüm toplumu yukarıdan aşağıya doğru sarmakta olduğu. Öğretim birliği bozuldukça bozuldu: bir yanda dine dayalı bir öğretim yapılırken, öbür yanda, herhalde “dine saygılı laiklik” ilkesinin gereği olarak, ussal ve bilimsel verilerin dinsel ilkelerle bağdaştırılmasına çalışılıyor; “küreselleşme”nin gereği olarak da İngilizce baş döndürücü bir hızla ulusal öğretim dili olma yolunda. Kenan Evren “İngilizce bilmeyen bir mühendis on yıl sonra bu ülkede iş bulamaz”, diyordu. Bugün de İngilizce öğretim yapan bir okul gazetelerde “Siz hâlâ annenizin dilini mi konuşuyorsunuz?” sözleriyle tanıtım yapıyor.

Böylece, bir yandan bizim gibileri suçlarken, bir yandan da bilgi toplumu dedikleri şeyin gerçekte ne olduğunu sezdiriyor: anadilinden bile kopmuş, Arapçayla İngilizce ya da, isterseniz, Suudi Arabistan’la Birleşik Amerika arasında bir arafta şaşkın şaşkın bir o yana, bir bu yana seğirtip dururken, bir ölçüde bizleri de arkasından sürükleyen bir seçkin kitle.

Söylemek bile fazla, oraya gelmedik daha, insanlar annelerinin dilinden kolay kolay kopamıyorlar, ama Türkçede bilim yapılamayacağını söyleyen YÖK başkanından ikamet belgesi verir gibi özel okul ve özel üniversite açma izni dağıtan yöneticilere kadar, büyüklerimizin harcadığı bunca çabanın boşa gittiğini söylemek de olanaksız.

Anamalcılığın kimi zaman “bilgi” , kimi zaman “küreselleşme”, kimi zaman “tüketim” adı altında ortaya çıkan ülküsü, biraz da koşulların sonucu olarak, yandaşlarını anadillerinden tümüyle koparamadıysa da bu dilin tadını duymaz, bu dilde yaratılmış ve yaratılmakta olan güzellikleri görmez duruma getirdi; daha da tuhafı, söz düzleminde tek güzelliğin Milton Friedman’ın dilinde yaratılabileceği, anadillerine bu dilden ne kadar öğe katarlarsa, söylemlerinin o kadar güzel ve seçkin olacağı inancını yerleştirdi içlerine.

Böylece, yukarıdan aşağıya doğru, çoklarımız konuşmamızı yerli yersiz İngilizce öğelerle doldurur, bunca yıllık abecemizin harflerini bile İngilizce adlarıyla söyler olduk; böylece, büyüklü küçüklü bir yığın mağaza yabancı adlarla donandı. Kimileri için şiir ve etki yalnızca burada: bir otele baktığı denizin adını mı vermek gerekiyor, hiç değilse başına bir The konuluyor; büyük patron yeni bir basımevi mi açıyor, ister istemez İngilizce bir ad aranıyor, kolaylıkla da bulunuyor: Print City. İngilizcede city sözcüğü böyle bir yapı ya da kurumu çağrıştıracak bir anlam içermediğine göre, daha önce başkaları da kullanmış bile olsa, gereği ne bunun? Kuruluşunuzu kendi dilinizde, kendi adıyla “Basımevi” ya da “Basım merkezi” diye adlandırdığınız zaman değeri düşüyor diyelim, yabancı bir ad konulunca artacak mı bu değer? Yoksa yalnızca şiir, yalnızca güzellik mi aranan? Ama, o zaman, kapıda düşürdüğü anahtarı beş metre ötedeki sokak lambasının altında arayan sarhoşun yaptığı gibi, şiirsellik, ona bağlı olarak da seçkinlik, olmadığı yerde aranmıyor mu? Ayrıca, burada bir şiirsellikten sözedilebilirse, Print City ile Basım Kenti ya da Basımkent arasında önemli bir ayrım bulunduğu savunulabilir mi?

Savunulamaz herhalde, en azından, dilsel, güzelduyumsal, ulusal açıdan savunulamaz. Ama bunlar boş sorular: yabancı ad savunulamasa bile, bugün, bu açıdan, kimsenin suçlanamayacağı da kesin. Bir kez, toplumun bir kesimi yavaş yavaş buna alıştırıldı; öte yandan, yabancı dilde adlandırmalar ve yabancı sözcük kullanımı kişilerin çevre ve kimliklerini belirten birer gösterge durumuna geldi: Hürriyet Medya Towers’la Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş. yalnızca iki ayrı kurumu ve iki ayrı adresi değil, iki ayrı dünyayı belirtmekte. Gene de, kimi tutumlarla karşılaştırılınca, bu adlandırmalar nerdeyse çocuksu bir arılığa bürünüyor: kimileri, işi çoktan tarihe karışmış olan şu korkunç Osmanlı yönelimini canlandırmak istercesine, Türkçenin dilbilgisel yapısını değiştirmeye kadar götürüyor da sesimizi bile çıkaramıyoruz.

İşte tutumlarının en son ve en çarpıcı örneği: cep to cep. Neden cepten cebe değil de cep to cep? İlgililer daha biz sormadan veriyorlar yanıtı: “Biz buna cep to cep diyoruz”. Evet, böyle, adamlar, dolaylı bir biçimde, İngilizce bilen ve içine İngilizce öğeler katarak Türkçeyi yücelten, böylece her gün biraz daha küreselleşen bir bilgi toplumunun seçkin ve ayrıcalıklı üyeleri olarak bunu böyle uygun gördüklerini kesinliyor, bizi de kendilerini izlemeye çağırıyorlar.

Ne denir? Proust’un Yitik Zamanın Ardında’sının anlatıcısı da kapıcısının bir sözcüğü yanlış söylediğini görerek düzeltmeye kalkınca, “Ben bunu böyle söylerim!” yanıtını alır.

Ülkede demokrasi vardır, bilinçsizlik, beğenisizlik ve yabancılaşma da demokratik bir haktır!

Arada küçük bir fark varsa, o da bize bu demokrasi cennetinde bilinçsizlik, beğenisizlik ve yabancılaşmanın hep yukarıdan indiğidir.

(Bu yazı 9. 6. 2000'de yazılmıştır.)

Tahsin Yücel
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM