Son Dakika



EVRENSEL KÜLTÜR DERGİSİ

(Kasım 2012. N. 251)

Evrensel Kültür'ün neyini beğinirsin ya da bu dergiyi diğer dergilerden ayıran temel özelliği nedir diye sorsalar kapağıdır derim. Her sayının kapağının, Aydın Çubukçu'nun özel özeniyle bir grafik şaheseri olduğunu kabul etmek gerekiyor. Öyle ki tek bir yazıyla, başlıkla bile kirletilmez kapak. 1950'lerin edebiyat dergilerinin kapak özeni geleneğini sürdüren tek dergi Evrensel Kültür.

Bu kez kapak beni duraksattı. Biraz daha baktım yine anlayamadım. Ancak derginin içine girince anlam kazandı: Yine başarılıydı. Çünkü "Arka Sokaklardaki Öteki" adıyla bir dosya hazırlamıştı dergi. 

Ülkemiz kültür yaşamına son yirmi yıldır musallat olan (60-70'li yıllarda öteki diye bir kavramı sözcük anlamı dışında ben hiç duymadım) "Öteki" kavramının fetişleştirilmesi, Evrensel Kültür yayın yönetmenince bu kez mini parçalara ayrılarak "Arka Sokaklar"daki "Öteki"nin incelenmesine kadar genişletilmiş. (Demek ki ön sokaklarda, caddelerde filan da ayrı bir "öteki" vardı; pöstekisi çıkana dek... git! Nasılsa meydan boşaltılmış!)

"Evrensel Kültür" imzalı önyazıda epey tartışmalı, daha doğrusu benim anlayamadığım bir karışıklık gördüm. Evrensel Kültür'ün etnik kültürlere özel önem verdiğini biliyordum ama bunu marksizmin bilimsel bilgisiyle asgari bir mantıkla da olsa bir biçimde uyumlulaştırdığını düşünürdüm. Bu sayının önyazısında, bunun, sandığımdan çok daha eklektik bir düşünceyle yapıldığını görünce şaşırdım:

"Öteki' denen insan grupları, 'Kendi başlarına bir sınıf' değillerdir ama toplumun ana sınıflarının, ana ilişkilerinin eteklerinde, ana ilişkilerin gölgesinde yaşamaya çalışırlar. Kimileri azınlık milliyetlerdendir, kimileri 'yozlaşmış', 'ahlak düşkünü' ya da kadındır, derisi renklidir." diye tanımlanıyor. İki tümce sonra da " Elbette bunlar arasına işçiler emekçiler de katılıyor." diyor.

İşçi sınıfını, emekçileri salam dilimi gibi keyfince bölen bilim dışı bir anlayışın sunturlusunu ilk kez okuyorum dersem yalan olmaz.  

Önyazı, eğer marksistlerin "lümpen proletarya"sını kastediyor ve Bakunin'in devrim yapmak için önerdiği, "yarı şehirli işçiler", yoksul zanaatkarlar", "toplumun en yoksul ve dışlanmış, ümitsiz kesimi"nden söz ediyorsa, "bunlar arasına",  "kendi başına sınıf!" olan "işçiler ve emekçiler"i niçin ve hangi hakla bir hokus pokusla katı(veri)yor?

Çok ilginç, demek ki günümüzde artık emperyalist/kapitalist sömürü insanların renklerine ve milliyetlerine göre ayrı dozlarda yapılıyor. Örneğin emperyalizm neoliberal uygulamalarla Türkiye'nin tüm ekonomik değerlerini talan ederken, bu ülkede yaşayan emekçileri sömürürken ve tüm ezilen sınıfları daha da yoksullaştırırken, ya da Koç Arçelik fabrikasında işçileri çalıştırırken bir ayırım yapıyor ve etnisite ve (belki de) mezhep (önyazı bunu unutmuş!) durumuna göre sömürüsünün dozunu ayarlıyor!

Önyazı, "Çürüyen bir dünyanın en fazla ezilenleri, yeni bir dünya tasarımının aktörleri mi onlar; yoksa kurtuluşları kendi kollarının uzanamayacağı bir yerde duran 'aradakiler' mi?" diye utangaç ama kendi deyimleriyle "kışkırtıcı" bir soru soruyor.

Ben Evrensel Kültür'ün okurlarına ve önyazı yazarına yardımcı olayım: ABD Maliye Bakanlığınca (Soros aracılığıyla) fonlanan TESEV adlı vakfın sitesine girsinler, yıllara (son yirmi yıla!) yayılmış çalışma raporlarının başlıklarına baksınlar. "Arada" mı derede mi anlarlar!  

TESEV'in bazı çalışmalarının başlıklarını gerçekedebiyat.com okurları için yazıyorum: "Türkiye'de Ötekileştirme Süreçleri", "Seçkinler, Kimleri, Neden, Nasıl Ötekileştiriyor?", "Homofobi Kimin Meselesi?", "Yıldırım Türker Diyarbakır'da ve 'Herkesin Ötekisi' Diyarbakır'da Tartışıldı", "Hayali Coğrafyalar: Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Değişen Yeradları",  "Anadolu Vicdanı ve Kürt Meselesi", "Birlikte Yaşamak Mümkün mü?"

Renkli devrimler yapmakla ün salmış Soros vakıflarının Türkiye ayağının tonlarca para vererek yaptırdığı çalışmalarla bir edebiyat dergisinin sayfalarındaki bu temel benzerliği elbette bir tutmuyorum. Ancak artık göze mertek gibi batan bu ortak yanları, Aydın Çubukçu dostumuzun, "tümüyle tesadüf!"ün dışında açıklayacağını, açıklayamazsa "berikiler!"in, tarih nezdinde hesap soracağını belirtmek istiyorum.  

"Önemli olan değiştirmekse" ve "yorumlama eksiksiz olmalı"ysa, bu ancak  bilimsel yöntemlerle olguları "eksiksiz!" çözümlemek, tarihsel materyalizmin sunduğu deneyimleri "eksiksiz!" kullanmak  ve ondan sonra anlamakla olanaklıdır.

Gerisi, "Öteki"lik yapılarak sınıfsal içerikli kavramları, devrimcilerin canları pahasına duvarlara yazdıkları sloganların üstünü karalayan emniyet görevlileri gibi kapatmakla aynıdır.  

*

Evrensel Kültür'ün bu sayısı neredeyse bir tarih dergisi gibi. Aydın Çubukçu'nun "güncel" bir tartışmayı fiyakalı bir başlıkla yanıtlamaya çalıştığı "Şişirilmiş Tarih, Belirsiz Gelecek 1071-2071" başlıklı yazısı derginin tarihle ilgili yazılarının ilki.

Her halkın geçmişten alabileceği "yalnızca derstir, deneyimdir, birikmiş emektir." diyen Çubukçu, "Erdoğan'ın ve temsil ettiği sınıfların bu konuda hiç bir fikri yoktur. Gününü gün etmeye bakan sermaye sınıfının geleceğe dair tek bir projesi olabilir: Daha çok sömürü, daha çok sermaye ve daha çok kar!" diye önemli bir saptama yapıyor.

Doğrudur ancak (merkezlerini her yıl onlarca kez tavaf eden) Erdoğan'ın "temsil ettiği" emperyalizmin  de tarihle oynama konusunda çok ciddi "fikir"leri vardır ki Aydın Çubukçu -gibi birisi- bile bunun boyutlarını anlamamış görünmektedir. Öyle ki emperyalizm hedefe koyduğu ülkelerdeki operasyonlarında neredeyse tüm politikalarını o ülkelerin tarihleriyle oynayarak hayata geçirmektedir.

70'li yıllarda SSCB varken jandarma ülke olarak Türkiye, emperyalizm için, ulusal bir devlet olarak kalması gereken, kontrol altında da olsa kendi kapitalizmini geliştirmesine izin verilen bütünlüklü bir ülkeydi. Bunun için de Türk tarihinden, -Çubukçu'nun işaret ettiği gibi- "ders, deneyim ve birikmiş emek" olarak bilinçle yararlanmak için değil, "şişirilerek!" ve "Tanrı Dağı, Ötüken, Bozkurt Asena" vs. gibi  sığ motiflerle Türk milliyetçiliğinin desteklenmesi biçiminde politikalar izliyordu.

Ancak sosyalist blokun dağılması ve 70'lerin sonlarında uygulanmaya başlanan Friedmancı neoliberal politikalar, ulusal devletlerin bütünlüğünü karşısına almak, bu tür ülkeleri bu kez parçalamakla başarıya ulaşabilirdi.  AB ve ABD'ce fonlanan onlarca vakıf, dernek aracılığıyla entelektüel moda halinde pohpohlanmaya başlanan bu anlayış, hegemonik hale geldi. Romanda, edebiyatta, sinemada, köşe yazarlarında, tv'lerde çoğunun adını bile ilk kez duyduğumuz etnik kümelerin varlığı boğazımıza dek boca edilmeye başlandı. Üretim ilişkileri içinde ("yaşadığı koşullar içinde"!) belirlenmiş sınıfsal konum(lar) değil, feodal dönemden kalmış kültürel kimlikler "insani duygu bakımından" bile "en ayaklandırıcı biçimler!"di artık.

Bu baylar artık şu gerçeği anlamalı: Günümüzde emperyalizm, işlerini, 70’lerdeki gibi “ulusal milliyetçilik”ler üzerinden değil, “etnik milliyetçilik” ve “kimlik siyaseti” üzerinden "kültürel politikalar"la birbirlerine husumet besleyen çok etnikli toplumlar yaratmak aracılığıyla yürütmektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalist sisteme eklemlenme tarzındaki köklü değişikliğin gerçekleştiği II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığımız ve 12 Eylül döneminde zirveye ulaşan ve bugüne gelen -siyaset alanı ve toplumsal / kültürel alan dahil- Türkiye’de devlet örgütlenmesindeki değişim, emperyalist çıkarlar doğrultusunda önemli ölçüde gerçekleşmiştir. 

Değişen dünya koşulları karşısında -iki kutuplu dünyanın 90'ların başında ortadan kalkması-  ABD, kendi egemenliğini sürekli kılacak BOP benzeri yeni politikalara yönelmiş ve Türkiye’de de ABD stratejilerine uygun düşen yeni bir kültürel iklim yarat(ıl)mıştır.

Dünyanın her yerinde "literatürde"  "Ulusal gelirden ezilen sınıfların aldığı payla doğru orantılıdır" diye değerlendirilen "demokratikleşme" kavramı, etnik/mezhep gibi feodal kalıntıların kaşınan kimliklerinin ("Kaşınmayan yeri kaşıma!" Terry Eagleton) kendini serbestçe ifade etmesi mücadelesine indirgenmiştir. (Bu durumda Irak'ın dünyanın en demokratik ülkesi olması gerekiyor!)

Öyle ki "Türktelekom" demek bile, içinde Türk sözcüğü geçiyor diye "ırkçı", "faşist" olarak değerlendirilmeye başlandı. (Bu yoksul halkın canıyla dişiyle oluşturduğu altın yumurtlayan bu kurum satılırken hiç bir sol grup bu yüzden, satışa karşı çıkmadı. Ellerini oğuşturan emperyalist tekeller, oh ne güzel, bu Türkler asar, keser, burada misafirdir, tabi, diyerek sırt sıvazlarken bir yandan üç beş yılda tüm kamu kurumlarımızı ciddi bir karşı çıkış yaşamadan yalayıp yuttu!) Tümüyle Türkçeyle yapılan bir uğraş olan edebiyata bile "Türk edebiyatı" demek tu kaka edildi, ırkçılık sayıldı, sayılıyor

Tarihiyle oynayarak bir ulusu yok edebilirsiniz. ("Kurtuluş Savaşı olmamıştır!", "Siz antiemperyalist bir savaş vermediniz" bile diyebilirsiniz.) Tarihi yukarıda işaret ettiğim gibi simgelerle "sapkın" biçimde algıla(t)mak kadar tehlikeli olan bir şey de bir halkın tarihini sürekli karalamak, halkı tarih bilincinden soğutmaktır. Tarihi yok sayılan ve buna inandırılarak aşağılanan bir toplumun kolay köleleştirileceğini emperyalist merkezlerin teorisyenleri sayısız deneyimle (Özellikle Afrika'da) çok iyi bilmektedirler. 

İşte böyle netameli bir durumda Aydın Çubukçu, yazısında, Malazgirt Savaşı'na değiniyor. Yalnızca Türk tarihi için değil Dünya tarihi açısından da stratejik olarak önemli bu savaşı, "Milli Tarih' anlayışımız, büyük ve güçlü düşman ordusunun az sayıda imanlı ve kahraman Türk tarafından bozguna uğratıldığını anlatan hikayeleri sever." diye değerlendirerek hangi "Türk" tarihçisinden aldığını belirtmediği ("Türk'ün büyük tarihi ne diyor ona bakalım:") uzun bir alıntı alıyor. Peşinden de Bizans tarihçisi İoannes Zonaras'ın "İmparator, barbarlarca kuşatıldı ama o dahi teslim olmadı. Vurdu da vurdu ve birçoğunu öldürdü, ta kendisi elinden yaralanıncaya ve bu yüzden dermansız düşünceye kadar..." gibi hamasi olmakla eleştirdiği anlayışa rahmet okutacak bir hamaseti olumluyor. (Acaba Yunanistan edebiyat dergilerinden birileri de "Zonaras hamaset yapıyor, bir de karşı tarafın tarihçileri ne yazmış bakalım" demiş midir?)

*

Malazgirt Savaşı hakkında gerçekler, birinci elden, Arap ve Hıristiyan kaynaklarından bilgilerle karşılaştırmalar yapılarak hemen hemen eksiksiz olarak çoktan yazılıp bitmiştir. Bu önemli savaş gibi birbirinden ilginç ve önemli duraklara, "deneyimler"e sahip Türk tarihi (Doğan Avcıoğlu aydınlık içinde yatsın),  ne liberal tarih yazıcılarına, ne MHP gibi Atlantikötesi bağıntılı Türk milliyetçiliğine, ne Atlantikötesi bağıntılı etnik milliyetçiliğe, ne Türk-İslam sentezcilerine, ne de Erdoğan'a bırakılacak niteliktedir. Dünyada hiç bir halkın yaşamadığı önemde, hem Doğu'nun kaderi hem Batı'nın kaderini belirlemede Dünya tarihini yaratan/değiştiren bu savaş, yazarları, şairleri, sinemacıları  ve müzisyenleri (edebiyat dergilerini!) daha ciddi bir yaklaşımla ilgi göstermesi için beklemektedir. Fazıl Hüsnü Dağlarca, bu savaşın 1000. yılının kutlandığı 1971 yılında "Malazgirt Ululaması" adıyla bir destan bile yazmıştır. Amin Maulof neredeyse tüm kitaplarında bu tarihin arka planı olan Selçuklu tarihini konu edinmektedir.

Aydın Çubukçu dostumuz, Türkleri Anadolu'ya leyleklerin getirmediğini ve dolaysıyla bu toprakları kimsenin Türklere bağışlamadığını anlayacak zekaya sahiptir.  Öyle ki yazısında,  "Anadolu'ya... Türk olarak sınıflandırılan kavimlerin gelişlerinin geçmişi 6 bin yıl geriye kadar götürülmektedir. Öyle olmasa Bizans ordusu saflarındaki Oğuz ve Kıpçak askerleri nereden bulunmuş olabilir?" gibi çok ilginç bir saptama yapmaktadır. (Yazısının başında "Türk Öğün, Çalış Güven" dediği için dalga geçtiği şahıs da, yanılmıyorsam bu geçmişi Hititler ve Sümerler'e dek ancak uzatabilmiş, bunun araştırılması için TTK'yı kurmuştu!) 

İşte Lenin, -biraz da bu çelişkiye düşenleri rahatlatmak için belki de!- Rus halkının ne diğer halklardan daha çok suçlu, ne daha az günahkar olduğunu yazıyordu. Biz de Pir Sultan'ı, Yunus Emre'yi, Karacoğlan'ı, Dadaloğlu'nu, Namık Kemal'i, Mustafa Kemal'i, Nazım Hikmet'i çıkardığımız için gurur duyarız ama Hızır Paşa'yı, Vahdettin'i,  Kenan Evren'i aramızda yetiştirdiğimiz ve boyun eğdiğimiz için utanırız.

*

Bu savaşı Türklerin kazanmasını, Diyojen'in, Sivas'a uğrayarak Rumlara kötü davranan Ermeni mahallesini kılıçtan geçirmesine kızan ordusunun içindeki Ermeni askerlerin ihanetine, "Türklerle savaşta nelere dikkat edilmesi"ni anlatan İmparator Leon'un (886-912) Tacticus adlı (Türkçeye çevrilmeyi bekleyen) kitabını okumadan yola çıkmasına, "başparmak çekişi" yöntemi kullanan (tabanca gibi atış yapmayı geliştirmiş) Türk okçularına vs. onlarca nedene bağlamamasını anlayabiliriz. Ama Malazgirt Savaşı'nın tarihsel/toplumsal dinamiklerini, maddi şartlarını göz önüne almadan yukarıdaki Bizans tarihçisinin hamasetini de ciddiye alması, "Evrensel Kültür dergisinde yayınlanan Aydın Çubukçu imzalı yazı, 'Şişirme!' bir yazıdır" demeyi farz kılmaktadır!

*

Derginin diğer tarih(sel) yazısı değerli yazar ve hocamız Taner Timur'un  "Necip Fazıl Kısakürek'in 'İslam İnkılabı' ve AKP" başlıklı yazısı.

Necip Fazıl için, "Kabul edelim ki hiç bir zaman bu son on yılda olduğu kadar yüceltilmedi ve bir 'mürşid' gibi ön plana çıkarılmadı." diyerek, tarihten ders çıkararak, yakın geleceğimiz için "büyük!" tehlikeye dikkat çekiyor.

Herkesin okuması gereken bu ibretlik yazıda temel kaynaklardan yararlanarak Necip Fazıl'ın kusursuz bir portresini çizen Timur, özellikle şairin 2010 yılında yayınlanan ve kendisini anlattığı İdeolocya Örgüsü adlı kitabından yola çıkarak "6-7 Eylül Olayları"ndan bir kaç gün önce Adnan Menderes'le görüşmesindeki esrarı, sonrasında Menderes'i "sivil darbe"yi (ne kadar tanıdık kavram!) yapamadığı için eleştirmesini sergiliyor ve Necip Fazıl'ın totaliter bir sistemin kurumsal, kültürel dayanakları üzerine teori ürettiğini belgeliyor. Meclisi, demokrasiyi reddeden Fazıl, tek adam ("Başyüce") üzerine kurulu bir diktatorya sistemini ciddi ciddi planladığı anlaşılıyor.

Necip Fazıl'ın Menderes'in en büyük hatalarından birinin "Harbiye'den başlayarak ordunun içine girmek, oraya yeni bir mana, bir çift göz ve kulak yerleştirmek gerektiğini anlayamamak" olduğunu vurgulaması bugünün "Silivri" duruşmalarına da bence ışık tutuyor.  

Yazının sonunda ürperdiğimi itiraf etmeliyim. Necip Fazıl'ın faşizme rahmet okutacak sapkınlıktaki bu düşüncelerinin diriltilmesini, Onun ırkçı/şovenist "islam inkılabı" yönlü şiirlerinin "birinci" ağızdan meydanlarda, salonlarda kitlelere seslendirilmesiyle birlikte düşününce, bugün yaşadığımız siyasal tabloyu ve nereye gittiğimizi kavrayıp siz de ürpereceksiniz. Şunu unutmayalım ki günümüzde Türkiye'de faşizm (yukarıda değindiğimiz nedenlerle) dinsel ideoloji üzerinden yükselecektir.

*

Evrensel Kültür'de diğer tarih yazısı Mahmut Temizyürek'in. Neşet Ertaş'ı anlamak için Ortaçağ Anadolusuna zekice bir gezinti yapan Temizyürek, Kalenderiyeciliği Anadolu Selçuklularına dek uzanarak anlatıyor. "Şimdi şimdi anlaşılmaya çalışılıyor: Kırşehirli mahalli sanatçı meğer bir tarihmiş!"

Dergide dikkat çeken tek şiir sürekli isim değiştiren şair Melek Özlem Sezer'in "Sözcük Çerçisi" adlı şiiri. Özlem Sezer, Türk şiirinin en önemli duraklarından biri olarak duruyor: İncelenmeyi ve tartışılmayı bekliyor. Kimseye benzemeyen kendi kurduğu şiir dilini yine kendine özgü duyarlılığıyla kılıç gibi sallıyor. Ürpertisini duyanlar için!

Dergide ayrıca, -yer açısından diğer dergilerin hakkını yememek için burada irdelemediğimiz- Sennur Sezer, Cengiz Kılıçer, Kemal İnal, Mehtap Tanar, Gülsüm Cengiz, Eray Canberk, İbrahim Genç, Cavit Işık Yavuz, Namık Sinan Turan, Yonca Saka, Kaan Arslan, Koray Karaermiş, Semih Erelvanlı, Tülin Tankut, Kirkor Yeteroğlu, Özgen Seçkin, Emel Yuvayapan-Barış Yıldırım, Serdar Koçak, Asım Gönen, Hakkı Özdal, Mesut Aşkın, Faruk Ayyıldız adlı şair ve yazarların şiirleri ve yazıları yer alıyor.

ŞİİRİ ÖZLÜYORUM

(Kasım - Aralık 2012, N. 50)

Dergi 11 yaşında ve 50. sayısını kutluyor kapağında.

Mustafa Durak'ın "Sarhoş Gemide Suya ve Şiire Tapınan Rimbaud" başlıklı incelemesinin ikinci bölümü derginin ilk yazısı. 

"Evet okyanus'un 'yeşil suyu'nun teknesinin derinlerine işlemesini hıristiyan dünyasının terimleriyle vaftiz ve arınma olarak okumak olası."

"Kaldı ki anlatımda suyun 'yeşil su' diye adlandırılması suyun niteliğini de kayganlaştırır."

"Rimbaud 'Sarhoş Gemi' şiirinde devrik tümce yapısı ve dize kırmayla öne çıkarma (mise en relief) ve ikili okuma olasılığını işletiyor."

Yazıdan rastgele aldığım alıntılar bunlar. Değerli Mustafa Durak, sizin gibi yetkin bir Türk edebiyatçısının elin Fransızının şairi (Rimbaud da olsa) için bunca emek vererek yazı yazması neyle açıklanabilir? Dünya şairidir denebilir; ama zaten sırf bu yüzden milyonlarca inceleme yapılmıştır. İçimden geldiği gibi yazıyorum; kusura bakmayın; onlarca şairimiz, yazarımız şiirleri için bir sözcük yazılmasını umutla bekliyor; şairlerimizin şiirlerinde bu değerlendirmelerdeki örneklerin binlercesini bulabilirdiniz.

Trakya'daki "Deyişbilim Sempozyumu"nda da tartışıldı bunlar. 100'e yakın yalnızca İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü var Türkiye'de! Gençlerimiz, genç akademisyenlerimiz İngilizlerin, Almanların, Fransızların bilmem ne şairi için kafa patlatıyor. Adamların da umurunda bile değil deyim yerindeyse bu incelemeler; aşağılayarak gülümsüyorlar! Orhan Veli'nin "Dalgacı Mahmut" şiirinin "Sarhoş Gemi"den esinlendiğini yazmak için bunca emeğe değmez diye düşünüyorum. 

Zamanınız varsa gidin Azer Yaran'ı, Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı, gidin Hüseyin Ferhad'ı, gidin Ramazan Teknikel'i, Özlem Sezer'i... onlarca değerli şairimiz var, onları inceleyin. Şiir sanatı için çok daha güzel ve önemli özellikler bulacaksınız, inanın! 

Tam bunları yazdım ki derginin ikinci yazısı ne olsa beğenirsiniz: "Düşsel Sözcüklerin Simyacısı: Rimbaud". Rıfat Şahiner yazmış. Sonra, "Sonsuz Gül Bağlamında J. L. Borges Şiiri ve Çokdillik", Koray Feyiz.

Bravo Fuat Çiftçi! Ne diyelim. Ama sanki bu sayıda yazı sıkıntısı çekmiş. Çünkü eski dergilerden Virgül'den Ulus Baker'in yazılarını yayınlamış. Edebiyat ve Eleştiri'de benim çoktan unuttuğum Samuel Beckett'dan  Mehmet Fehmi İmre'nin çevirdiği "Yeter" adlı güzel öyüyü yayınlamış. (Sahi Mehmet Fehmi İmre nereye kayboldu? Çeviri yapmanın yanında roman, öykü de yazardı.)

Hüseyin Çiftçi, Celal Soycan, Fuat Çiftçi, Murat Dalgın, Harun Atak, Koray Feyiz, Özgün Ergen, Gökben Derviş, Duygu Kankaytsın, Ayhan Bingöl, Pemra Oğuz, Mesut Aşkın, Şeyhmus Bulut, Murat Acar, Şerif Temurtaş, Cevahir Bedel, Oresay Özgür Doğan, Celal Şakar, İlker Şaguj, Şeyda Üzer, Necati Arslanmirza, Onur Çeğil şiirleriyle Şiiri Özlüyorum'un 50. sayısında yer alıyorlar.

Şerif Timurtaş'ın "Nadasa Sürgün" adlı şiiri beni etkiledi. Değerli yazar Muzaffer Buyrukçu kışla ilgili günlüklerini yazın, yazla ilgili olanları kışın yayınlattığını söylemişti bir konuşmamızda. Paul Auster'in Kış Günlüğü'nün yayınlanması için yazın gelmesini beklemişlerdi Amerikan yayıncıları. 

Güzel bir baharın ("hayatın" da olsa) kol gezdiği bir şiiri kışa girdiğimiz bu yalnız/çöküntü günlerde okumak iyi geldi.

SÖZCÜKLER

(Kasım-Aralık 2012, N. 40)

 

Ferit Edgü'nün "Melih Cevdet'in İlk Düzyazı Şiiri Üzerine"  yazısı destansı bir yazı. Şiirle ilk karşılaşmaları, yayınlamaya karar vermesi, şiirin içsel öyküsüyle dışsal öyküsünün harmanlandığı örneğine pek rastlanmayacak düzeyde bir bütün.

"İmgeden çok sözcüklerden, yalın anlatımlı sözcüklerden" oluşan Öğle Uykusundan Uyanırken ve Ölümsüzlük Ardında Gılgamış neyi anlatıyordu?

Şiirde "imge", "anlam" ve "anlamsızlık" üzerine bir derin yolculuğa çıkılıyor Edgü'nün yazısında. 

İtiraf etmem gerekirse, Edebiyat ve Eleştiri'yi çıkardığım günlerde edindim belki de, şiirde anlam, anlamsızlık gibi ayırımları hiç anlayamadım. Bunların bütünüdür şiir. Ancak duyumsadıklarımızı anlarız bir şiirden. Benim için bir iç uyanıştır her okuduğum şiir. Bir kabarma. Ondan önce okuduklarımın bir devamı, bir zincirin halkası.

*

Edgü, yazısının sonunda "Ekler" bölümünde, hep maddi sıkıntılar içinde olan Anday'ın ödüllere parası için katılmaya mecbur kaldığını belirtiyor. Bu anlamda ödüle yetişmek için aceleyle bastırdığı Türkiye İş Bankası yayınlarındaki ilk baskı bu aceleden akıl almaz yanlışlarla basılmış. Everest Yayınları, 2008 baskısında ise düzelecek yerde çoğu yanlış aynen kalmış.

Düşünebiliyor musunuz Melih Cevdet Anday'ın yazdığı "hortlatmasının nedeni"  "horlatmasının nedeni" olarak yayınlanmış; "değiş tokuştan" "değiş tokuştun" olarak!

Ferit Edgü büyük harflerle çığırıyor: "BİR KİTABIN ORİJİNALİ YAZAR YAŞARKEN YAYINLANMIŞ HALİDİR!"

Ben de buradan yayınevi sahiplerine çığırıyorum: YAYIN YÖNETMENİ OLARAK LÜTFEN YAZAR VE ŞAİRLERİ SEÇİN! Onlardan evlerinde de ilişki kurarak yararlanabilirsiniz. Kendinize bağlı üç-dört şair/yazarı maaşa bağlayın. y

Yayıneviniz onlarla birlikte göreceksiniz çok daha gönenecek, düzelecek.

Aziz Nesin'in "Bir Cephanelik Patladı" adlı unutulmaz anısının öyküsünü deyim yerindeyse su gibi okudum. Türkçenin, onun gerçek kullanıcısının elinde nasıl dört nala koştuğunu gördüm! Yeteneksizlerin elinde ise daralıyor, bunalıyor, işkence görüyor, kan ağlıyor!

Cemil Kavukçu'nun öyküsü onda daha önce rastla(ya)madığım, belki de kaçırdığım bir öz ve ışıkla dolu; öykü tarihimizin unutulmaz öyküleri arasına girecek "Öğle Sıcağı". Bir olayı değil bir duyguyu anlatıyor çünkü.

Yaşar Miraç'ın kaybettiğimiz bir arkadaşımız üzerine yazılabilecek en güzel şiirinden biri Trabzonlu "Mehmet Erdurmuş İçin" şiiri.

Gürsel Korat, "Romana İmza Atmak" adlı  yazısında romanlarının içinde Hitchcock'un filmlerinde kendi suretini göstermesi gibi romancıların da kendilerini göstermelerine değinerek ilginç bir konuyu irdeliyor. "Belki de tümüyle görsel malzemenin diliyle yazılan, anonim bir roman çağının başındayız da haberimiz yoktur" diye bitiriyor yazısını.

Türkkaya Ataöv'ün "Eşsiz Güngör Dilmen" yazısı kalıcı bir Gügör Dilmen tarihi. Keşki öldükten sonra bizi de böyle yazan birisi olsa.

Ferruh Tunç'un şiiri, "Ferruh Tunç Şiiri" dememiz gereken bir durumda artık. "Ayrı Yollar" ise küçük bir destan. (Sahi şairlerimiz eskiden mutlaka bir iki destan yazarlardı. Ne oldu da kökü kurudu?)

Ahmet Günbaş'ın "Adatepe" şiiri beni hem gülümsetti hem duygulandırdı. Ben hep İda Dağı sakinlerine benzettiğim Cevat Çapan'ın yüzünün en önemli öğesi olan "sakalı" için şiir yazılacağı günü bekledim sanki.

Sevgili Turgay Fişekçi, Arap şiirinde Mahmud Derviş'ten sonra onu aşan yüzlerce değerli şair daha var! Anımsatması benden.

Tahir Abacı'nın "Lukacs'ın Yazgısı"nı özel olarak, yorgunluğum dindiğinde okuyacağım. Lukacs'ı yeniden okumak ve gündeme getirmek o kadar önemli ki günümüz edebiyat dünyası için. Hele Adorno ile karşılaştırmalı tartışılması...

Ahmet Yıldız

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM