Son Dakika



 

 

Camı delivermişler bir iki santim, dışarıdaki sarmaşık çiçekten bir dal almışlar parmaklıklar ile tel kafes telinin arasından geçirdikleri ipliğe sardırarak.

Bulaşık yıkadıkları evyenin üzerine çiviye dolayıvermişler öylesine. Kadın ruhunun güzelliğini koğuşlarına yansıtmak için. Duvarlarından hala suların damladığı kırk elli kişilik koğuşun iki tuvaleti var.

Kadınlar koğuşunun havalandırma bahçesi on iki metrelik duvarların ortasında üç’e yedi metre uzunluğunda bir yer.

Güneşi az gördüğü için kadın mahkumların rutubetli elbiselerini kurutmaları bile mümkün değil.

Onları erkek mahkumlardan ayıran kalın duvarlar şair Sabahattin Ali’nin bilemediği bir gerçeği gizliyor.

Onların gökyüzünde güneş yok!..

Ne kadar görmek isteseler de güneşi kocalarını veya adamlarını, kardeşlerini öldürdükleri için hapiste bile ayrı cezalılar.

Sobalar yazın bile yanarmış kadınlar koğuşunda, çürüyen borulardan çıkan is rutubetle birleşip aşağıya yağarmış. Kimselere duyurmadan ömür çürütmüşler burada, katil Ayşeler, hırsız Fatmalar veya kan davasını kendileri çözenler.

İçerde kadınlar yok artık, kim bilir kaçı burada öldü, kim bilir kaçı dışarı çıkabildi.

Sinop Cezaevi burası. umudun bittiği yer olmasına rağmen özgürlük tutkusunun edebiyata şiire yön verdiği yer.



O devirde buraya girildiğini ama dışarı çıkılmadığını Samsun 19 Mayıs Üniversitesinin eski bir rektörünün yazısından veya itirafından anlıyoruz.

Şöyle diyor eski rektör: “Çünkü o dönemde, Sinop Cezaevine girilir, ama çıkılmazdı. Nemden kibritin bile yanmadığı bu mekanda, mahkumlar çürümek ve ceza sürelerini tamamlayamadan ölmekle, karşı karşıya kalırlardı.”

Bir başka koğuş kapısı. 26.koğuşun. Kapıda tebeşirle yazılmış bir liste. “Mevcut, Bıçak Jilet, tığ, tez” şu kadar kayıtlı.

Bir başka koğuş.

Duvarlarında sanki biraz önce Allah kurtarsın sizi de deyip gitmiş veya iyi adamdı rahmetli diye uğurlanmış mahkumların kafa izleri duruyor. Kale duvarlarında kuşların ayağı ile gelen tohumlardan çıkmış yeşil bitkiler çiçek açmış.

Demir pencere duvarlarından çıkan çiçekler 30 yılını geçiren mahkumların gördüğü tek yeşillik gri ve siyahın taş ve demirin arasındaki tek güzellik.

Kale günümüzden dört bin yıl önce yapılmış. Ama hapishane olarak kullanımı 1568 yılından itibaren 1999 yılında Kültür Bakanlığına devrine kadar sürmüş. Binlerce mahkum, binlerce idamlığın gelip geçtiği bu mekan artık bir müze.

Bir başka koridor bir başka hücre, üçü dördü bir arada görebildikleri bir şey yok duvardan başka. Şansı olan bir metre kadar bir pencerede kalın örgü telin arasından dışarıdan geçeni görebiliyor.

Burası da hücrelerin kapısı” Bir başka zindan, yalnızca hela taşı ve ibrik var, on santim yüksekliğinde bir beton yatak, duvarların diplerinde akan rutubetin tahliyesi için açıldığı oluklar.

“Sabunluk buranın adı!”

Azılıların ceza yeri. Buraya giren üç ya da dört gün içinde rutubetten yumuşacık bembeyaz sabun gibi çıktığı için adı sabunluk.

Evliya Çelebi, bu kenti 1640 yılında anlatırken şunları yazmış. “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”



Bir ara darlanıp dışarı çıkıyorum. Küçük bir çocuk, “Abi Pala burada size bilgi versin eski gardiyan” diye yolu kesiyor. Pala eski gardiyan, aynen Evliya Çelebinin anlattığı gibi pala bıyıklı bir adam. Öylesine ezberlemiş ki anlattıklarını öylesine motor gibi ki insanlar soru sormadan dinliyor. Mahkum önce buraya gelir şurada sıraya girer orda bir hoş geldin dayağı yerdi. Turistler pala ile resim çektirme muhabbeti bitip otobüsler gidince, Pala kendisini içeriye almadıklarını rehberlik yapamadığını anlattı.

"Pala niye kadınlar koğuşu öyle, rutubetin içinde güneşi az gören bir yer?"

“Onların çoğu koca katili diye oraya vermişler, erkek zihniyeti işte...”

“Pekiyi kaçan oldu mu hiç?” diyorum; anlatıyor. Ama anlattığı ne derece doğru bilinmez.

“Bir idamlık vardı, kanalizasyondan kaçtı, yüzüp yüzüp karaya çıkmış, acıkmış bir eve girmiş ekmek istemek için, ama evin izinden gelen polis oğlu, bunu yakalayıp yine cezaevine geri getirdi. Kaçtığı için yeniden yargılandı. Yargılanırken af çıktı, adam idamdan yırttı, kaçmasaydı idam edilecekti. Biz sonra onun kaçtığı deliğe demirle ördük, bir daha kaçan olmasın diye. Ama sonra biri eksik çıktı. Aradık baktık ki. Demir ördüğümüz yerde boğulmuş kalmış kanalizasyonun içinde...”

"Müze olduktan sonra hiç geri gelen oldu mu, tahliye olanlardan...” diye soruyorum.

Dalıyor gözleri bakıyor siyah siyah.

“Geldiler iki kişiydiler, 75-80 yaşlarında. Birbirlerine yaslanarak titreyen ayakları ve bastonları ile korka korka girdiler avlu kapısından. Onlar beni tanıdı ama ben onları çıkartamadım. Koğuşlarına gidince ikisi de ağladı. Kolay değil 30 yıl burada sağ kalabilmek, ekmeğini suyunu paylaştığın insanları hatırlamak ve burada geçen yıllara birden geri dönmek.”



Sinop cezaevine her gittiğimde bu sefer hüzünlenecek değişik bir şey yok artık diyorum. Tur rehberlerinden ayrılıp girilmeyen odalara giriyorum. İkinci kattaki koğuşlar rutubetten nasibini daha az alan yerler duvarları kuru. Çay ocakları var dışarıda. O bölüme girerken üst kirişe yazılmış bir yazı dikkatimi çekiyor. “Kan kanla değil, su ile yıkanır, Öç almanın sonu yoktur”.

Sözü söylenin adını mahkumlar anlasın diye okunduğu gibi yazmışlar: William Şhekspir!

İlk gittiğimde kadınlar koğuşunda camdan uzatılan sarmaşık çiçeklerini görmüştüm, ikinci gittiğimde yalnızca ipi kalmıştı. Son gittiğimde ip çivilerinden sökülmüş aşağı düşmüştü, yeniden yerine bağladım. Fotoğrafçı olarak o ipe ve orda yatan kadınlara karşı bir sorumluluğum niye var onu da merak ediyorum.

26 Koğuşun kapısındaki jilet tığ tez yazan yoklama tahtası yok artık, biri koparıp gitmiş diyor rehberlik eden bakanlık görevlisi. Mahkumların denklerini astıkları tahta askılar yerlere düşmüş, ağır demir kapılar çürümüş. Özelliğini ve ince detaylarını yavaş yavaş yitiriyor cezaevi.

Sinop Cezaevinde binlerce insan yıllarını geçirdi, cezasını çekti. Duvarlardan akan nemle çürüdüler yavaş yavaş. Kimi avluda asıldı, kimi yatağında göçtü gitti.

Her koğuşun içinde binlerce öykü gizli. Her hücrenin binlerce tutuklusunun sarı kirli duvarlarına işlemiş hüznü var

Koca kale, koca taşlar bu hüznü hala içine sindiremiyor. Suç ve ceza adına insanın insana ettiği eziyete şahit oldukları için hala ağlıyorlar..

Gittiğinizde göreceğiniz bu ağır hüzündür işte.

Yazı ve Fotoğraflar: Sinan Vargı

GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM