Son Dakika



Baba erenlere sormuşlar: Erdem nedir, erdemli kimdir?

Yanıtı şöyle olmuş: Erdem kitaplarda kaldı, erdemliler mezarda.

Vecihi Ağabey doğduğunda Cumhuriyet dördüncü yaş gününü kutluyordu. Dünyaya gülücükler dağıtan gürbüz bir çocuktu Cumhuriyet. Birlikte büyüyüp serpildiler. Acıyı, ihaneti, yoksulluğu, yokluğu, sevinci, mutluluğu birlikte yaşadılar.

Munzur’un balıkları çığlık atarken Vecihi Ağabey on yaşlarındaydı. Delikanlılığının ilk yıllarında, karneyle yiyordu ekmeği.

Hitler'in hayali, Türkiye sınırlarını zorluyordu.

Gençliğini sıtmanın, veremin, trahomun kol gezdiği Anadolu köşelerinde geçirmişti.

Demokrat Partinin iktidara geliş yılında üniversiteyi bitirmişti.

Yüreğinde umut, heybesinde Cumhuriyetin temel ilkeleri. Omuzladı heybesini, düştü yollara.

Aydınlatırken aydınlandı. Anadolu'nun kadim kültürünü bir balarısı sabrıyla devşirdi, özümledi ve öğrencilerine sundu.

Efes’li Heraclitus’la Sinop’lu Diogenes’i Bedrettin’le harmanlayarak, Anadolu kültür potasında sentezlemesini başaran bir bilgeliğe ulaşmıştı Vecihi Ağabey.

O, bu toprakların ürünü tarihsel mirasımızı heybesine doldurarak, Anadolunun her köşesine taşıyan geleneksel bir dervişti.

Yunus’un sabrını, Hacıbektaş’ın akılcılığını, Bedrettin'in bilgeliğini, Pir Sultan’ın devrimciliğini günümüze taşıyan bir dervişti, Vecihi Ağabey.  

Ama, öteki omuzdaşı öğretmenlerle birlikte, aydınlanmanın o “proleterleri”yle birlikte, gerici iktidarların silahşörleri tarafından, bir sürek avının av hayvanı gibi, kovalandı.

Yoluna tuzaklar döşendi, savuşturdu, pusu kuruldu, kıl payı sıyırdı.

En çetin günlerin korkusuz savaşçısıydı O. Savaşın en ağılı şerbetini içirdiler. Evlat acısını yüreğinde demleyerek, ihanetin, kahpeliğin cangılında, elinde Diogenes’in feneri, adam aradı.

Tıpkı Cumhuriyet gibi, Vecihi Ağabey de, ömrünü irticaya karşı ödünsüz ve kararlı savaşımlarla geçirdi. Siyasal işlevini irticaya Müslümanlığını kanıtlamaya odaklayan çabalara tanık oldukça, ne denli hayıflandığını bilenlerdenim.

Vecihi Ağabey’in yaşamına bakarak, Türkiye Cumhuriyetinin siyasal tarihinin yol haritasını belirleyebilirsiniz.

Hakka yürüdüğünde Vecihi Ağabey, Cumhuriyetin doksan birinci yaşgününü tamamlamasına üç gün kalmıştı.

Türkiye giderek ağırlaşan bir bunalımın yoğunluğunu yaşıyordu. Din ve mezhep karşıtlıkları üzerine oturtulan bu bunalımın yarattığı kaos, Ortadoğu siyasal haritasını kanla yeniden çizerken, Türkiye de bu kaosun içine çekilmişti.

Ortadoğu’nun kutsal toprakları, emperyalizmin kanlı elleriyle kirletiliyor. Öldürdüğü insanın ciğerini yiyen canavarları, cehennemin bütün zebanileri toplanmış, kaos kazanının altını ateşliyordu! 

Kuşkusuz bu bunalımın boyutları Ortadoğu coğrafyasından soyutlanamazdı. Ortadoğu’da “yaratıcı kaos”, “yapıcı kaos”, “kanlı doğum” söylemleriyle yaşanılmakta olan süreç, dünyayı da peşinden sürükleyerek, küresel bir kaosa dönüşüyor. Ama her kaos, yeni bir dengelenmeye gebedir. Bu kanlı doğumdan nasıl bir dünyanın doğacağına yakın bir gelecekte tanık olacağız.

Ama tanık olacağımız bir başka olgu da, ülkenin, çağ dışı, gerici bir anlayışın ellerinde tutsak olduğu, ulusal bağımsızlık değerlerinin pervasızca yokedildiği, Türkiye Cumhuriyetinin, irticanın saldırısı altında nasıl konumlanacağıdır!

Türkiye’de siyasal gelişmelerin akışı, tam bir karşı-devrim sürecinin yaşanmakta olduğunu gösteriyor. Özellikle yaşamakta olduğumuz şu günlerde, neleri unutturmak istemiyorlar ki! Toplumun belleğindeki bir tarih kazınıyor. Ağır bedeller ödenerek kazanılmış olan pek çok değer, dört yandan kuşatılıp yokedilmeye çalışılırken, yerine, tarihin çöplüğünde çürüyen atıklar doldurulmak isteniyor.

Kara bir kabus gibi toplumun üzerine çöken irticanın ve gericiliğin ağır havasını sessizce soluyoruz.

VECİHİ TİMUROĞLU BİR İDEOLOJİ ADAMIYDI

İdeoloji, toplumsal varlığın ve toplumsal yaşamın siyasal, hukuksal, etik, sanatsal, dinsel, felsefi, bütün yönlerinin kuramsal bir biçimde kavrama sistemidir.

Siyasal ideoloji, sınıf yada toplumsal grupların izledikleri politikaların kuramsal olarak temellendirilmesidir.

Siyasetin temel ilkelerinin, siyasal mücadelenin özünde ideolojik mücadele olmasıdır. İdeoloji, bir başka anlatımla, dünya görüşü, siyasal hareketlerin varoluş nedenidir. Bu temel ilke gözardı edildiğinde, dinamizmini kaybeden siyasal hareket, günlük dalgalanmaların girdabında, kısa vadeli taktiklerle savrulup gider, sonunda yok olur.

Vecihi Ağabey bir ideoloji adamıydı. Kemalist ideolojiden sosyalizme evirilen bir yolun yolcusuydu. Bu bir kuşağın uzun yürüyüşüydü. Tuzaklarla dolu bu yolda, niceleri kaybolup gitti, niceleri dönekliğin çukuruna düştü.

Marx’ın dediği gibi, felsefe, “dünyayı yorumlamak değil, dünyayı değiştirmektir”.

Anadolu aydınlanmasının meşalesini günümüze ulaştıranlar, gücünü bu olgudan almışlardır.  

Bugünün en önemli olan, yarının en önemsizi olacaktı. Toplumsal gelişmenin değişmez yasasıydı bu. Vecihi Ağabey tarih felsefesini bu kural içerisine oturtmuştu. Bugün kulakları sağır eden teneke trompet seslerinin yarın sönümleneceğinin ayırdındaydı.

Onu yaralayan, bu kaos döneminin çığırtkanlarının “kulak tırmalayan yaygarası” değil, gördüklerine gözlerini kapayan, duyduklarına kulağını tıkayan aydınların “dehşet verici suskunluğu”ydu.

Varılan bu noktada, siyaseti ve bilimi irticanın teslim aldığı bir noktada, suskunluğun toplumun üstüne bir kabus gibi çöktüğü bir dönemde, sesini yükselterek direnen bir kuşağın temsilcisiydi O.

Bir başka anlatımla, yalnızca ideolojinin teorik sınırları içerisinde kalmakla yetinmiyor, onu hayata geçirecek olan siyasal pratiğin içinde olmaya da özen gösteriyordu.

Cumhuriyetin temel ilkelerini, halkçılığı, ulusalcılığı, laikliği, devrimciliği, Kemalizmi, günün koşullarında yeniden değerlendiriyor, daha da önemlisi, sosyalizmin biliminin süzgecinden geçirerek, yorumlayabiliyordu.

Ona göre, “karşıdevrimciler, 1946’dan bu yana, Türk toplumuna, İslamcı bir gömleği giydirmeye çaba gösteriyorlar. Cumhuriyet Devrimini bu çabalarıyla yıpratmayı alabildiğine başardılar.


Ancak tarih felsefesinden yoksun olmaları,  bu çabalarının, ‘devlet’i, yıkma aşamasına geldiğini kavramalarını engelliyor.”

Bugün bu aşamaya geldiklerine tanık oluyoruz. Moda deyimiyle, küreselleşme politikalarının zorunlu bir sonucu bu. Bu politikalarla, İslamın, devletin elinde denetim altında tutulması ile küresel stratejilere eklemlenerek, tek merkezden yönetiminin sağlanması amaçlanmaktadır.

Çünkü, devletin denetiminin dışında tutulduğunda, islam radikalizmi, islamın devletini gerçekleştirmeyi öngörür. İslamın devleti, ideolojik yapısı gereği, dışındaki inançlara karşı düşmanca bir tutum içerisindedir. O nedenle islamın devleti, küreselleşme anlayışı ile çatışma içerisindedir. Onu savunanlar, devri saadet özlemiyle fanatikleşen marjinal grupçuklar olarak bir kenara atılmışlardır.

İSLAMIN DEVLETİ YA DA DEVLETİN İSLAMI

Vecihi Ağabey, Anadolu kültür mirasını özümsemiş bir bilgeliğe erişmişti. İslam felsefesi ve özellikle de Anadolu inanç zenginliğine ilişkin geniş bilgisi, onu genelinde Ortadoğu’daki, özelinde Türkiye’deki İslamcı hareketlere karşı duyarlı kılmıştı.

Kökenini selefilikten alan bu İslamcı hareketler, teolojik derinliği olmayan, İslamın özünden çok, biçimine ağırlık veren, “alaylı” kimseler tarafından yönetilmektedir. Tıpkı Naziler gibi, giyim kuşam, toplu davranış ve ilişkiler (türban, uzun pardesü, toplu namaz vb gibi), belirli kalıplar ve kurallar çerçevesinde yürütülür. Bu kendi aralarındaki iletişimi olduğu kadar, yığınlarla iletişimi de kolaylaştıran bir seçimdir.

Bugünkü görüntü, İslamın, devletleştirilmiş, “devletin islamına” dönüştürülmüş olmasıdır.

İslamın devletinde, devleti biçimlendiren dindir. Devlet dinin kurallarına göre yönetilir. Bu İslamın ilk dönemlerinde, devrisaadet döneminde kalmış olan bir düş olmaktan öteye gidemiyor.

Bu bağlamda, Kemalist Cumhuriyetin dinle bir sorunu yoktur, olmamıştır da. Sorun, dinin bir güç olarak, siyasete ve buna bağlı olarak, devlet yönetimine ortak olma talebidir. Başka bir deyişle, dinin otoritesinin, otoritenin dinine dönüştürülmesi çabalarıdır. Kemalist Türkiye bu talebi kabul etmemiştir.

Toplumu şeriatın katı kurallarına hapseden bu “devrim”, en otoriter bir yönetimin adıdır. Ama şeriatın kendisi de, iktidarı ele geçirmiş olan bir azınlığın siyasal  amaçlarıyla sınırlıdır. Şeriat hukuku tüm yönleriyle uygulanmaz, uygulanamaz.

Kol kesme, kafa kesme, kırbaçlama, taşlanarak öldürme gibi, ceza hukukunun çok sert uygulamaları sınırlandırılmış, yada değiştirilmiştir. Kesin bir biçimde yasaklanmış olan faiz, petrol dolarlarının en karlı gelir kaynağıdır. 

Ulusçuluk mu, Milliyetçilik mi?

Ulusalcılık tarihsel bir olgudur. Kapitalizmin şafak vakti, burjuvazinin siyasal sahneye çıkışıyla anlam kazanmış, siyasal-sınıfsal bir olgudur. Etnik ve ırksal bir terim değildir. Bu terimlerin üzerinde, ortak bir ulusal dil, ortak bir ulusal coğrafya oluşturmayı öngörür. Dil ve coğrafya, ulusal devletin vazgeçilemez önkoşuludur.

Vecihi Ağabey, ulusları sosyolojik olarak üç gruba ayırıyor: Tarihsel olgunluk ulusları, ekonomik olgunluk ulusları, siyasal olgunluk ulusları.

Birincileri, toplumların doğal gelişim sürecinde oluşurlar, ikincileri, birincilerden kopan halkların oluşturdukları uluslardır.

Üçüncüler ise, genellikle bir imparatorluğun dağılmasıyla oluşan uluslardır. İmparatorluğun ana halkı yada halklarının bağımsızlık savaşı vererek oluşturdukları uluslar.

Türkiye bunun örneğidir.

Türkiye Cumhuriyeti ulusalcılığı, halkçıdır, laiktir, devrimcidir, hepsinden de önemlisi, anti-emperyalisttir. Bu özellikleri nedeniyledir ki, Kurtuluş Savaşı, dünyanın bütün mazlum uluslarına örnek oldu.

“Millet” sözcüğü Arapça kökenlidir ve din anlamına gelen “milla” sözcüğünden kaynaklanır. Osmanlıda “dini topluluk” anlamında kullanılmıştır. İslam milleti, Hıristiyan milleti denirken, dinsel topluluklar amaçlanıyordu.

O nedenle İslamcılar, “millet” sözcüğünü pek severler ve “ümmet” anlamında kullanırlar. Sık sık kullandıkları “millet iradesi” söyleminde kastedilen “halk çoğunluğunun demokratik iradesi” değil, “dinin”, daha doğru bir anlatımla, murat edilen, belli bir mezhebin inancının iradesidir. Bu iradenin gerçekleştirilmesinde “demokrasi” de bir araç olarak kabul görür, siyasal bir kavram ve toplumsal bir değer olarak algılanmaz.

Ne denli “milliyetçiliği” başkalarına yakıştırmış olurlarsa olsunlar, Türkiye’de milliyetçiliği İslamcılıktan ayırmak olanaksızdır.

“Milliyetçi-muhafazakar gençlik” kavramı, cumhuriyet karşıtlığının bir nitelemesi olarak kullanılagelmiştir. AKP iktidarının çıkış kaynağının “milli görüş” oluşu bir rastlantı değildir.

Türk-İslam sentezinde anlamını bulan bu yaklaşım, siyasal arenada, zamanın koşullarına göre, biri ötekinin önüne geçerek, etle tırnak gibi biribirinden ayrılmaz hareketler olarak varlığını sürdüregelmiştir. Vecihi Ağabey bu konuyu her fırsatta dile getirmişti.

“Masumiyet” ve “zulüm” edebiyatına sarmalanarak, Türkiye Cumhuriyetine yöneltilen saldırıların temelinde de, bu milliyetçi-dinci anlayış yatıyor.

Tam da bu nedenle, tıpkı “laiklik” gibi, “ulusal” ve “ulusalcılık” kavramlarının da bir nefretin, bir karalamanın aracı olarak kullanılması, entelektüel düzeysizliğin, ucuz sermayesi haline geldi.

En kaba milliyetçiliği, en bağnaz şovenizmi, siyasal ihtiraslarının bayrağı yapanlar, ulusalcılığın, laikliğin üzerinde tepiniyor.  


Bu olgu, yalnızca Türk milliyetçiliği için değil, genel olarak milliyetçilik için de geçerlidir. Bugün islam dünyasında egemen kılınmaya çalışılan, bu örgütler, Batı ittifakının silahşörlüğünü yapıyorlar. O nedenle, siyaset İslamlaştıkça, iktidarların da islamo-faşist yönetimlere dönüşmesi doğal oluyor.

Tarih, genelinde, özellikle de günümüzde, düz bir yol izlemiyor. Bunun temel nedeni, ona dinamizm veren güçlerin değişkenliğidir.

19. ve 20. Yüzyılın proletaryasını 21.Yüzyılda boşuna aramış olursunuz. Bugün, 20. Yüzyılın ulusalcılığını aramak da boşuna bir çabadır.

Çünkü ulusalcılık, zamana, coğrafyaya, toplumların özgün tarihsel birikimine ve kültürüne, toplumsal ve ekonomik gelişme düzeyine göre değişiklik gösterir. O nedenle, ulusalcılığın statik bir tanımı yapılamaz.

Ulusalcılığı, kimin kullandığı, niçin kullandığı, nasıl kullandığı ve nihayet, sonuçlarını, irdeleyerek değerlendirebiliriz.

Doğduğu anavatanında ulusalcılık, ırkçılığa dayalı faşizme evirilerek, sermayenin kanlı diktatörlüğüne dönüşürken, ezilen halkların emperyalizme karşı başkaldırılarının esin kaynağı haline geldi.

Osmanlı “ulusçulukla” yokedidi, Cumhuriyet, “ulusçulukla” hayat buldu.

Ulusalcılık, Asya, Latin Amerika ve Afrika’da yoğunlaşan bağımsızlık savaşlarının yönlendirici ideolojisi oldu. Özellikle, Mao Ze-tung önderliğinde Çin Devrimi, Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam Devrimi, dinamizmini ulusalcılıktan alan halk devrimleridir.

O küçücük Küba’yı en büyük emperyalist güce karşı, bugüne kadar ayakta tutan dinamiğin, “devrimci ulusalcılık” olduğunun da altını çizmek gerekiyor.

Kuşkusuz her toplumsal olgu gibi, ulusalcılık da, kendini yadsıyarak, tarihin arşivindeki yerini alacaktır. Bu geçmişin değerlendirilmesi için olduğu kadar, siyasetin günlük pratiği için de, son derecede önem taşır.

Ümmetçi-milliyetçi anlayış, devletin ulusal niteliğiyle uzlaşmaz çelişki içerisindedir. İslamcı, ulusu, ümmetin karşıtı olarak görür. İslamcı devlet, kimliğini inanç birliğinden alır. Onun için önemli olan inanç birlikteliği, inanç kardeşliğidir.

LAİKLİK ULUSALCILIĞIN VAZGEÇİLMEZ ÖGESİDİR

Bu yaklaşımın bir başka uzlaşmaz çelişkisi de, laiklik olgusuyladır. Laiklik dinin devletten ayrıştırılması, bir başka anlatımla, devletin dinsizleştirilmesidir. Laik değilse devlet, din devletidir o devlet. Din devleti ulusal devlet değildir. Ulusal devlet yurttaşların devletidir. Din devleti ümmetin devletidir.

Laiklik, bireyin özgürlüğü sorunudur, bireyin yurttaş olma sorunudur. Bir başka anlatımla, bireyin toplumsal bilince erişmesi sorunudur. “Ulus-devlet” in vazgeçilemez, birleştirici ilkelerinden biridir laiklik.

Laiklik, bütün din eksenli siyasal hareketlerin temel hedefi haline gelmiştir. Onlara göre, laik bir ülke, dar-ul İslam değildir, dar-ul harptır, cihad gerektirir.

Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el Banna gibi, Seyyit Kutb, Mavdudi, İzzet Begoviç gibi islamcılar, M. Kemal’in adını da vurgulayarak, laikliği yıkılması gereken baş hedef seçmişlerdi.  Humeyni iktidarının ilk demecinde, birinci hedef olarak “laik, Kemalist Türkiye”yi göstermişti.

Bir din, daha doğru deyimiyle “dinsizlik” olarak algıladıkları laikliğe karşı, yürütülen bu “cihat”, ne bir demokrasi hareketi, ne de bir özgürlük hareketidir. Bu, düpedüz bir sistem hareketidir, devletin islamlaştırılması hareketidir, bir karşıdevrimdir.

Çünkü, demokrasi siyasal bir araç olarak kabul edilmiştir, bir kavram, bir değer olarak, bir yaşam biçimi olarak içselleştirilmemiştir.

Laik bir ülke, darul –İslam (İslam ülkesi) değil, darul –harptır (inanmayanların, kafirlerin ülkesidir).

Darul-harpta cihat farzdır. Bu anlayışın kavgasını verenler, 90 yıl boyunca (yani Cumhuriyetin kuruluşundan buyana) çektikleri “zulme” neden olarak gösterdikleri laiklik, tümüyle ortadan kalkmadıkça, “özgür” olamayacaklarına inanıyorlar. 

İslamcı bir devlet, devletin islamcı olmayan yönlerinden kendini arındırmak zorundadır.

Çünkü İslamcı bir devlet, devletin din ve inançlar karşısındaki yansızlığıyla, bir başka anlatımla, laik yapısıyla, uzlaşmaz bir çelişki içerisindedir.

Bir başka uzlaşmaz çelişkisi de, devletin ulusal niteliğiyledir. İslamcı, ulusu ümmetin karşıtı olarak görür. İslamcı devlet, kimliğini inanç birliğinden alır. Onun için önemli olan inanç birlikteliği, inanç kardeşliğidir.

ANADOLUNUN TARİHSEL MİRASINA SAHİP ÇIKANDI O

Hatasıyla sevabıyla bu tarih bizim, eğer onu yokedecek olursak, eğer ulusal mirasımızı terkedecek olursak, eğer köklerimizden koparılacak olursak, bizi özgür insan yapan kişiliğimizi, bizi geleceğe bağlayan umutlarımızı yitirmiş oluruz. Daha da önemlisi, toplum olarak birarada yaşama mutluluğunu, sevincini yitiririz.

Bütün bunlardan da tehlikeli olanı “ulusal gururumuzu”  yitirmemizdir.

Acılarımızla, sevinçlerimizle, ulusal gururumuzu zenginleştiren, yücelten her şeye saygımız, sevgimiz vardır. Kaynağı ne olursa olsun, nereden delirse gelsin, ulusal kültürümüzü zenginleştiren her şeye sahip çıkarız, her değeri benimseriz, özümseriz. Bütün bunlar, tarihimizin bize miras bıraktığı, ulusal gururumuzu yücelten değerlerdir.

Erdemin erdemsizliğe, özverinin bireysel bencilliğe, yurtseverliğin dini ve etnik şovenizme, devrimciliğin karşı devrimciliğe dönüştüğü koşullarda, içine düştüğü alaca karanlıkta, ülkenin hüzün veren çırpınışına, öfkeyle tanıklık ediyordu.

Tam da bu havalarda, umutsuzluğu umuda taşıyacak olan bilge kişilere, teslimiyetçiliği başkaldırıya dönüştürecek direnişçilere gerek var. Ama bu tür insanların sayıları o kadar az ki! Giderek daha da azalıyor. Onlar yüzyıllar ötesine uzanan bir yolculuğun tarihsel erdemini günümüze taşıdılar.

Erdemini raflara dizen, erdemliliği yeni kuşaklara miras bırakandı O. 

Vecihi Ağabey, duruşuyla, bize bu geleneğin gücünü ve görkemini anımsatıyor.

O Cumhuriyeti bugüne taşıyanlardandır.

O, kolu kanadı kırılan Cumhuriyete, omuz verenlerdendir.

O, Cumhuriyet ordusunun yalnız şövalyesidir.

Acıyı bal eyleyen bir geleneğin sürdürücüsüdür O.

O, Anadolu'nun miskin dervişidir.

O bir Kemalist olarak doğdu, demokrat olarak yaşadı, bir sosyalist olarak aramızdan ayrıldı.

Geçmişi yok etmek için, tarihi yok etmek gerekiyor. Tarihe düzenlenen “Taliban saldırıları”, tarihi yok edemeyeceği için, tarihin tanıklarını yok etmeye girişiyor.

Tarih, zamanın zincirine yeni halkalar ekliyor. O tuzaklarla dolu, çileli yoldan eğilip bükülmeden bugüne ulaşanlar, nicel olarak ne denli azalmış olurlarsa olsunlar, dünyayı değiştirmenin umudunu kararlılıkla sürdürüyorlar.

Onlar, yalnızca geçmişin onurlu temsilcileri değil, geleceğin müjdecileridir de.

O günlerin coşkusunu ve kararlılığını bugünlere taşıyan umudun simgesi olarak, yalnızca bugünün kuşaklarına değil, yarının kuşaklarına da gülümsüyor, Vecihi Abi. 

Vahap Erdoğdu
GERCEKEDEBİYAT.COM

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM