12 yaşında evlendirilen şair Nigar Hanım'ın günlükleri
Osmanlı toplumu gibi kadınların aşık olduğunu belli etmesinin bile yasak olduğu 'erkek egemen toplum'da aşk şiirleri yazan ve bu şiirlerle ünlenen ilk kadın şairlerimizden 'Şair Nigar', 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde anılmayı hak eden muhteşem kadınlarımızdan.
O filmin adı Beklenen Şarkı'ydı. Cahide Sonku'nun erken sona eren güzelliğiyle son bir kez alev alev göründüğü film. "Beklenen Şarkı"yı Zeki Müren söylüyordu. Arada bir televizyonda gösteriliyor... Bense, nice yıllar bir kitap bekledim: Şair Nigar Hanım'ın güncesi. (Gerçi günce mi demeliyim, günlük mü, karar veremiyorum. 'Jurnal' karşılığı Ataç 'günce'yi tercih etmiş. Hatırlıyorum, Salâh Birsel, günceyle günlük arasında duraksamış, 'günlük'te karar kılmıştı.) Çok uzun yıllar önceydi, Hayatımın Hikâyesi'ni edinmiştim. Yaz sonunda bir gün ailecek Âşiyan'a gitmiştik, Tevfik Fikret'in evine. Müzede satılıyordu Hayatımın Hikâyesi. Cep boyu incecik kitabı ilk orada görmüştüm. Nigâr Hanım'ın defterlerinden bir seçme. Tabii, Nigâr Hanım'ın kim olduğunu bilmiyordum. Kitap yeniyetmeliğimde Sahaflar Çarşısı'nda yine karşıma çıkacaktı. Yazan: Nigâr Binti Osman. İç kapakta bir ithaf: "Çok kıymetli yalı komşumuz, arkadaşımız, dostumuz Abdülhak Şinasi Hisar'a sevgi ve saygılarımızla." Mürekkepli kalemle yazılmış; mürekkebi şimdi iyice soldu. İmza: S. K. Nigâr. İmza gayet okunaklı. Tarih: 6. 4. 59. Rahmetli Çelik Gülersoy, Abdülhak Şinasi'nin ölüm haberini alınca son eve -Ayaspaşa'da mı, Çamlıca'da mı?- koştuklarını, fakat daha önce gelen tanınmış bir arşivcimizin evi âdeta yağmalamış olduğunu söylerdi. Hayatımın Hikâyesi o kitaplar arasında olamaz. Arşivci hayatta. Hayatımın Hikâyesi daha önce dökülüp saçılan kitaplar, eşyalar arasında olmalı. Rahmetli Şükran Kurdakul, Hisar'a gönüllü 'kâtip' olmuş. Eşsiz anlatış ustasının çökkünlük günleri. Abdülhak Şinasi yazdırmaya başlar, durakalır, takılır, düşünür düşünür, sonra derin bir üzüntüyle, "Ne oldu benim sevgili kelimelerime!" dermiş. Kurdakul, işte o sıralar, Boğaziçi Mehtapları şairinin, evine gelip gidenlere ille bir şeyler vermek, armağan etmek istediğini söylemişti. Herhalde yadigâr; bazan bir kitap, bazan bir fotoğraf, bazan bir likör takımı... Hayatımın Hikâyesi, imzalı kitap, belki böyle bir armağan. Elden çıkış hikâyesi hiçbir zaman öğrenilemeyecek. Önsözde dile getirilmiş: Şair Nigâr, yaşamından günler yazmış, yirmi defter "doldurmuş". "Ölümünden elli yıl sonra açılması ricasıyla, bu hatıraları saklayan yazı çekmecesi Âşiyan Müzesi'ne emanet" edilmiş. Şairin oğlu S. K. Nigâr veriyor bilgileri. İşte, bugüne kadar o anıların, günü gününe tutulmuş yazıların yayımlanmasını bekledim. 1918'de ölen Şair Nigâr, herhangi bir başka ülkede yaşasaydı, defterleri 1968'de elbette okura sunulurdu. Gelgelelim, günü gününe tutulmuş çiziktirmeler, iç döküşler, İstanbul'un yüksek sınıf hayatından sahneler, şairin ömrünün sonuna rastlayan içli ödeşmeler yayımlanmadı. Sadece, birazdan sözünü açacağım, değerli Nazan Bekiroğlu ilgilendi onlarla. Hayatımın Hikâyesi günceden bir seçme. On dokuzuncu yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başı zaman dilimi olarak karşımıza çıkar. Aydın bir Osmanlı kadınının, üstelik bir şairin 'İstanbul hayatı'nı yakalarız: Mutsuz evlilik, Rumelihisarı, Büyükada, çocuklar, platonik yakınlıklar -'aşk' sözcüğünü özellikle kullanmadım-, geçen zaman, Abdülhamid'in tahttan indirilişi, Sultan Reşat'ın huzurunda, Naciye Sultan'a rica, savaşlar, çöken imparatorluk, yıkım... Şair Nigâr Hanım bütün içtenliğiyle anlatıyor. Defterlerin tümü kim bilir daha neler, ne zenginlikler içeriyor! Ruşen Eşref Ünaydın'ın bir dönemin gözde şairlerini, yazarlarını konuşturduğu çok sevimli, çok başarılı kitabı Diyorlar ki'de, Nigâr Hanım, yaşlılık günlerinde karşımıza çıkıyor. Her şeyden, ama artık her şeyden yakınmaktadır. Hem güncesindeki hem söyleşisindeki bu yakınmalar bende 'yaşadı, nefes aldı'. Önce bir deneme yazdım, yakınmalar için, usançlar için. Sonra, yetinmedim, Daha Dün'ü yazarken "Ateş Renkli Çiçekler"e yol aldım. Dikkat edince, bütün o şaşaalı hayatın gerisinde, Şair Nigâr'ın ekonomik sıkıntılarla boğuştuğu ortaya çıkıyordu. Huzursuzluklar, usançlar biraz da bu sebeple. Oysa, uzayıp giden yakınmalar, Ruşen Eşref'in bıyık altından gülmesine yol açmış gibidir. Korunmasına çalışılmış şaşaa asıl sıkıntıyı örtbas etmiş olmalı. Hayatımın Hikâyesi'ndeki son parça enikonu acıklıdır: "Gündüz arayanlar olmuşsa da her yer ve her şey gibi kapının çıngırağı da kırık olduğu için işitmedim. Dün gece, nöbetlerle titrerken, babamın bana yirmi yıl önce hediye ettiği bir yatak mangalını hatırladım ve ancak onunla ısınabildim. Babacığımın aziz ruhunu bu vesileyle bir kere daha takdis ettim." Edebiyatımızın en güzel aşk pasajlarından birini, Abdülhak Şinasi Hisar, Şair Nigâr Hanım için yazmıştır. Bir 'romans' havasının estiği bu sayfalardan Şair Nigâr'ın güzelliği, görkemi yansıyor. Ama işte hepsi bitmiştir şimdi. Yorgun şair soğuk bir ilkyaz akşamı ısınmaya çalışıyor... Şair Nigâr iyice unutulmuşken, Nazan Bekiroğlu onun macerasına emek ürünü eseriyle ışık tuttu. Nigâr Hanım'ın defterlerinden -defterlerin asıl sayısı on dokuz, bazı defterler "yok"muş; Bekiroğlu'ndan öğreniyorduk- yola çıkarak bir yaşamöyküsü örüyordu. Romancı inceliğiyle kaleme getirdiği bu yaşamöyküsünde, Bekiroğlu, döneminin aydın, yüksek sınıf kadını Şair Nigâr'ın hangi yalnızlıklar, gönül kırıklıkları, baskılı yaşama koşulları içinde ömür sürdüğünü gözler önüne seriyor. Eseri okumamış olanlara salık veririm. Şöyle diyordu Nazan Bekiroğlu: "Nigâr Hanım'ın iç konuşması ve duaları uzar satırlar boyunca. Ve gözyaşları harflerini ıslatır ve dağıtırken ihtimal ki bütün bunları yıllar sonra birilerinin okuyacağını düşünerek teselli bulmaktadır." Yaklaşık yirmi yıldır, belki daha fazla, evet evet daha fazla, arkadaşım, tanışım, eşim dostum her yayıncıya Şair Nigâr'ın defterlerinden söz açarım, yayımlanır, yayımlarlar umuduyla. Yayıncılar, genel yayın yönetmenleri, editörler, kalabalık sayılabilecek bir 'kadro'. Yapı Kredi'deyken galiba ilk Enis Batur'a söz açmıştım. Oğlak Yayıncılık'la çalışırken Senay Haznedaroğlu'na ve Raşit Çavaş'a. Doğan Kitap'tayken Zeynep Çağlıyor'a ve Mehmet Yaşin'e. Arada, Selis Kitaplar'a (doğrusu Elif Çakır'la İsmail Demirci gerçekten ilgilendiler); Ahmet Oktay dönemi Alkım Yayımları'na (galiba Nazan Hanım'a baş vurulmuş, Bekiroğlu önsöz yazacağını söylemiş); Notos dolayısıyla Semih Gümüş'e... Hatırlayamadığım başka yayınevleri de olmalı. Herkes içtenlikle ilgileniyor, ama arkası gelmiyor. En son başvurularım Kapı'ya ve Timaş'a oldu. Timaş'ın genel yayın yönetmeni, kitaplara tutkun Emine Eroğlu, değerli Sibel Eraslan, başka dostlar, çay içiyorduk, allem ettim kallem ettim, sözü Nigâr Hanım'ın on dokuz defterine getirdim. Çalıştığım Everest'te sevgili arkadaşım, incelikler koruyucusu Sırma Köksal'a ikide birde Nigâr Hanım diyorum, başka bir şey demiyorum. Defterlerin yayımlanması için, has okurlarımı artık bunalttığını bildiğim, nice yazı yazdım, irili ufaklı; defterler meselesini nice yazının orasına burasına sıkıştırdım. Fakat, dediğim gibi, bir arpa boyu yol alamadım. Şimdi son bir umutla yazıyor; Nigâr Hanım'ın defterlerine sahip çıkacak yayıncıya, yayınevine şimdiden teşekkür ediyorum... Nigâr Binti Osman, Harbiye hocalarından Macar Osman Paşa’nın ve Sadrazam Fuad Paşa’nın mühürdarı Nuri Bey’in kızı Emine Rif’ati’nin çocuğu olarak 1856 yılında dünyaya geldi. Yedi yaşına geldiğinde, Madama Garos’un Kadıköy’deki gece mektebine verildi. Bu yatılı okul, Nigâr Hanım’ın geçirdiği en güzel zaman olarak her zaman hafızasında taze kalacaktı. Şükrü Efendi’den Arapça, Farsça dersleri almaya başladı. Okulda ise “Fransızca, Piyano, Resim, Dikiş, Kanva ve Fiston” öğrendi. Diğer öğrenciler farklı milletlerden olduğu için, konuşup anlayacak kadar, İtalyanca, Rumca ve Ermenice dillerini yine bu mektepte belledi. “Madame Garos hakikaten iyi yürekli, ağırbaşlı, doğru sözlü bir kadındı. Müslüman olduğum için, yaşım onüç ondörde varınca, bu türlü eğlencelerden büsbütün mahrum kalacağımı düşünerek, kendisi ne zaman bir müsamereye davet olunsa, yahut bir tiyatroya gidecek olsa, çocuklarını bile götürmediği halde, beni mutlaka beraberinde bulundururdu.” On beşinde çocuk düşürüp ölümden dönen Nigâr Hanım, on yedisinde ilk çocuğu Salih Münir’i dünyaya getirdi. Onu Salih Feridun ve Salih Keramet izledi. Ancak evliliği iyi gitmiyordu. Eşi İhsan Bey, kumara ve gece sefalarına düşkündü. İhsan Bey’in ablası ise Nigar Hanım’a her fırsatta zulmediyordu. Doğumlar, zaten hassas olan bünyesini zorlamıştı. Doktorların tavsiyesiyle Büyükada’ya gitti. Hekimlerin hayreti karşısında sağlığı, kısa sürede oldukça ilerleme kaydetti. Başlarda hatırını sormaya geldiyse de, zamanla ziyaretleri kesen İhsan Bey’e bir mektup yazan Nigâr Hanım, “çocuklarını birlikte getirmesini yahut biriyle yollamasını” rica etti. Ancak bu rica, sekiz aylık tedavi süresi boyunca karşılık bulamadı. İhsan Bey oldukça değişmişti. Hovardalığı her geçen gün biraz daha ağır basıyordu. Şair Nigâr, her şeye rağmen çocukları hatırına eve döndüğünde bile İhsan Bey evden kaybolmaya, geceleri gelmemeye devam etti. Sonraki bir sene boyunca kâh ayrılıp kâh barışarak evliliklerini sürdürdüler. İhsan Bey her defasında çeşitli vaatlerde bulundu ancak hiçbirini yerine getirmedi. Nikâh borcunu takside bağlamak kaydıyla ve Nigâr’ın tüm mal mülkten vazgeçtiğini bildirmesiyle boşandılar: “Aman Yarab’bi! Nasibim ne çirkin, talihim ne kadar siyah imiş ki onbeş yıldır çektiğim yürek acılarının karşılığı bundan ibaret oldu ve bunu ben istedim: Çünkü vicdansız bir görümcenin kıskançlık baskısı beni yavrularımdan ayırdı; çünkü, vicdansız bir babanın sefâhete düşkünlüğü yavrularımla bir arada yaşamama imkân bırakmadı.. Hâkimin karşısında akmaya başlayan gözyaşlarım gecenin bu geç saatinde hâlâ dinmiyor…” Boşandıktan sonra, edebi kişiliğiyle de çoktan tanınmış olan Şair Nigâr, yüksek mevkilerden arkadaşlar edinmeye ve davetlere katılmaya başladı. Babasının izni hatta tavsiyesiyle İtalya Prensi ile bir davete iştirak etti. Bu davette elçinin ricası üstüne, prensi yaşmaklı olarak karşıladı, sonra feracesini çıkardı. Masada, kürkü kaydığında, prensin her defasında düşen kürkü tekrar omzuna almasını, “ecnebilerin kadınlara hususi hürmetlerinin kanıtı” olarak değerlendirdi: “Benim böyle ecnebilerle görüşmem, milli âdetlerimize uymuyorsa da, aldığım terbiye âdetlerimize büsbütün uymama müsâit değil. Örtünmeye, vaktiyle, son derecede riâyet ettiğim halde sonraları başımdan geçen felâketler beni yeise düşürdüğü gibi, babam da, ecnebi misafirlerle görüşmemi münasip gördüğünden, ben buna alıştım. Bununla beraber, Rabbime ve Resul’üne karşı duyduğum derin sevgi ve bağlılık bu yüzden asla sarsılmadı.” “Nigâr Hanım’ın kayığı Rumelihisarındaki yalısından çıkar, geceleri bülbüller içinde çağlayan Baltalimanından, Emirgânın büyük bahçeler içindeki büyük yalıları önünden geçer, Kalendere uğrar, bahçesinde saz varsa önünde bir müddet duraklar, sonra karşı sahile varır, Kanlıca körfezine ve Küçüksu deresine girer, Göksu önünde birkaç defa dolaşır, bâzen de Bebek Bahçesinin önüne gelir, ve sonra akşam sular kararınca, görmüş ve geçirmiş bir gönülle yalısına dönerdi.” (Abdülhak Şinasi Hisar) İkinci evliliği takip eden bir ayda, Şair Nigâr’ın belki de ilk defa mutlu olduğunu, ömrü boyunca savunduğu en büyük saadet olan aile saadetine kavuştuğunu sanıyordu. Kırk yaşına dayanan eşinin gittikçe artan hovardalıkları karşısında büsbütün kahrolan, ona bin bir ricada bulunmaktan gayri elinden bir şey gelmeyen Nigâr Hanım’ın aldığı tek cevap: “Mal benim, ne karışıyorsun. Hepsini yiyeceğim, çocuklarıma da, kimseye de bir şey bırakmayacağım.” oldu. Ailesinin ani ve peş peşe ölümü Şair Nigâr’ı buhrana sürükledi. Babasının ölümünden bir yıl sonra dahi gözyaşları bir an olsun dinmemiş, dualarına bir nefes olsun ara vermemişti. Nişantaşı’ndaki evinde, tüm gayretiyle sevdiklerinin ölüm acısını taze tutmaya gayret ediyordu: “Bu karşıdan gelen musiki sesi, bu keman, yüreğimi yırtıyor. Değil mi anneciğim? Sen, kemanı sazların hepsine tercih ederdin. Hatırında mı? babacığım. Kendi kendime piyano meşkettiğim sırada, bir yanlış yapsam, bir iki merdiven inmek zahmetine katlanarak yanıma gelir, düzeltirdin. Her şeyden ziyade musikiyi severdin. Hasta olduğun günlerde bana ‘Norma’ operasını çaldırırdın.” Sadrazam Halil Rıfat Paşa, Nigâr’ın ailesine saygısından, şaire bir maaş bağlatma emri verdiyse de hazineden haber çıkmadı. Böylece Nigâr Hanım, üç çocuğuyla kalakaldı. Bu süre boyunca yine sık sık ölmüş ailesini andı, annesinin yazdığı beyitlerle avunmaya çalıştı. “Nigâr Hanımefendi cidden pürüzsüz konuşurdu. Sanıyorum ki sözlerinde, kolaylıkça, Fransızcanın Türkçeden, Almanca'nın Rumcadan, Rumcanın Fransızcadan, Almancanın Rumcadan farkı pek azdı. Salonundaki misafirlere bunlardan hangisiyle hitap ederse etsin, her vakit, ne ince ne de kalın sesinin tatlılığı, kelimelerine daha fazla heyecan, muhatabına daha fazla dinlemek arzusu verirdi.” (Ruşen Eşref) “Çok şükür, yurdumuzda da meşrutiyet ilan olundu. Bu ileri adım, bütün vicdan sahiplerini sevindirdi. Bir zerresine feda olmak istediğim, güzellikte tek yurdumuzun, özlü milletimizin ilerleme yolları artık açıldı demektir. Bu mes’ut günümüzde büyük (Namık) Kemal’i saygıyla, sevgiyle anmamak mümkün müdür? Yurt ve ulus aşkını, ateşli yazılarıyla, gönüllerimize aşılayan o değil mi… Bundan sonra bizim de, bütün ileri milletler gibi, doğru-dürüst bir hükûmetimiz olacak. Memleketimizin kötü idaresi yüzünden bizleri hor gören ecnebilere karşı, bundan sonra, biz de alnımızı yüksek tutabileceğiz. Medeniyette ileri gitmek için, her şeyden önce, ilk tahsili milletçe temin etmeliyiz. İleri memleketlerde her çocuk, yedi yaşından on dört yaşına kadar, bedava mekteplerde tahsile mecburdur. Çocuklarını okutturamayan ana-baba mes’ul olur ve ceza görür. Gönlüm bu usülün bizde de gitgide yürürlüğe konmasını ister. . Hele kızlarımızın tahsil ve terbiyesi ilkin göz önünde tutulmalıdır. Çünkü ilk terbiyesini çocuk anasından alır. Yeni devlet adamlarımızın ilk vazifesi, bence, milli tâ’lim ve terbiyemizi geliştirmektedir.”
Bir yıl sonra Mısır ve Napoli yolculuğuna çıkan Nigâr Hanım, buradan Paris’e geçti: “Aşağı tabaka halkının kabalığı, sokakların da kirliliği yüzünden bu şehri sevemedim.” İstanbul’a döndüğünde öğrendi ki, maaşı bu defa da inkılap sebebiyle kesilmiş. 1910’da oğlu Keramet, Tevfik Fikret ile beraber, görev yaptığı Mekteb-i Sultânî’den istifa etti. Şehzade Abdülmecit Efendi’nin oğlunu emanet alarak Viyana’ya gitti. Aynı yıl Viyana’da ağır bir ameliyat geçiren Nigâr Hanım, sene sonuna doğru ancak toparlanabildi. Artık iyiden iyiye tanınmış, ünü Avrupa’ya da yayılmıştı. Gittiği yerlerde krallara, kraliçelere takdim ediliyor, her zaman elçiler tarafından gezdiriliyordu. Sıkça yaşadığı sağlık sorunlarını saymazsak, çocuklarını büyütmüş olmanın vicdani rahatlığıyla geziyor, sanatla ilgileniyordu. Padişah V. Mehmet (Reşat), Romanya Kraliçesi Elizabeth (Carmen Sylva mahlasını kullanan şair), İsveç Kralı V. Gustav, Behopal Melikesi gibi önemli insanlarla tanışma fırsatı buldu. Günlerini saray çevresiyle komşu, birlikte geçirmeye başladı: “Kışlarım cemiyet âlemlerinde geçiyor; salı günleri misafirlerimi kabul ediyorum, başka günler de davetlere gidiyorum.” 1912’de, Şair Nigâr Paris’teyken, Karadağ Osmanlı’ya savaş açtı ve Balkan Savaşları başladı. Nigâr Hanım hemen İstanbul’a döndü ve “En büyük aşkım vatanım” diyerek, onun bu karanlık halini gördükçe günden güne kahroldu: “Etfâl hastanesinde hatırlarını sormaya gittiğim yaralılarımızın hâli beni harap etti. Ben de, sayısız yaralılarımıza, yatak-yorgan yetiştirme gayretine katıldım.” Macaristan’daki akrabaları, Avrupa’daki dostları kendisini çağırsa da ülkesini savaşta bırakıp kaçmaya gönlü razı olmadı. “Vatan, millet perişan, benim de hâlim harap.” 1914 başında, artan sancılarına dayanamayarak kısa bir Avrupa gezisine çıktı. Bu zamandan sonra yazılanlar, en azından derlenenler, koskoca Dünya Savaşı cereyan ederken, saltanat ailesinin rahatının ne kadar yerinde olduğunu gösterir nitelikte. (Tabii bu algının sebebi, defterlerden seçilen kısımların kısıtlı oluşu olabilir.) Davetler devam ediyor. Şarkılar söyleniyor, sanat konuşuluyor. Veliaht Vahdettin Nigâr Hanım’ın Edirne’nin İstirdatı eserini besteleyip kendisine övgüler düzüyor. Sultan V. Mehmet Reşat, Nigâr Hanım’ın Elhan-ı Vatan adlı neşriyatını başucu kitabı yapıyor. “Silâhı yalnız uzaktan gören, kalemden başka bir şey tutmayan gençler birden bire nasıl asker olurlar Yarab’bî? Bir mu’cize yarat da bu harp artık bitsin, insanlık işkenceden, anneler de kâbustan kurtulsun.” (19.10.1916) “Bugün bahar bayramı. Ah bir kere sulh imzalanıp millî bayrama da kavuşsak. O günü ne zaman göreceğiz Yarabbi? İnsanlık bu felaketten ne zaman kurtulacak? Ne zaman birbirimizi tebrik edebileceğiz”(01.05.1917) Macar Osman Paşa kızı Şair Nigar Hanım onbeş günden beri çektiği lekeli humma yüzünden bakılmakta olduğu Şişli Etfal Çocuk Hastahanesinde ölmüştür. Cenazesi, bugünkü Salı sabahı saat onda kaldırılarak, namazı da Hastahane camiinde kılındıktan sonra, Beşiktaş yoluyla Rumeli’ne nakil ve Kayalar Kabristanı’na defin edilecektir. Allah rahmet etsin İKDAM GAZETESİ, 02.04.1918 (Şair Nigar Hanım hakkında bu mükemmel yazıyı yazan Kaan Beyoğlu'nun yazısının tamamını buradan okuyabilirsiniz) GERCEKEDEBİYAT.COMBÜTÜN İÇTENLİĞİYLE YAZIYORDU
ŞAİR NİGAR HANIM KİMDİR? ŞAİR NİGAR HANIM'IN HAYATI
Okulun bitmesine yakın, kendisini Çengelköy İskelesi'nde gören Hacı Salih Efendi'nin oğlu İhsan Bey, Nigâr Hanım’ı babasından istedi. Osman Paşa çocuk yaşta evliliğe karşı olsa da, karşısındaki ailenin baskısı sonucu; Şair Nigâr, henüz on iki yaşındayken evlendi ve eşinin aile evine taşındı. Söylediği kadarıyla sonraki iki yıl kayda değer bir şey olmadı. Ancak on dördündeyken, faciaların en büyüğüyle, ilk ölüm acısıyla tanıştı. İlk şiirlerini de yine bu acının üstüne yazmaya başladı: “Bir Cuma günü beni görmeğe gelen dokuz yaşındaki kardeşim Ali, lalasıyla Unkapanı yakınlarında gezinirken, kendisine çarpan bir arabanın altına düşmüş, ezilmiş ve birkaç saat sonra ölmüştü.”
Boşandığı zaman, bir daha evlenmeyeceğinden –en azından İhsan’la- emindi. Fakat yalnızlık ve çocuklarının özlemi gittikçe katlanılmaz oluyordu. Ardından, İhsan Bey’in pek muhterem babası vefat ettikten sonra “O yüz yıl kadar yaşamış ve bu uzun ömrü boyunca kimseyi incitmemiş melek huylu bir insandı.” İhsan Bey, Nigâr Hanım’la tekrar evlenmek için görüşmelere başladı ve Nigâr Hanım, âşık olduğu adama, özellikle çocukları hatırına tekrar “evet” dedi: “Hakiki saâdetin âile saadetinden ibaret olduğunu kendimi bildim bileli itiraf ederim. Bugün bu nimete mazhariyetimden dolayı Yaratan’ıma bir anda yüz bin kere şükretmekteyim.”
Nitekim öyle de oldu. Konağın hizmetçisine ayrı ev açan, sürekli kumar oynayıp eğlence yerlerinde vaktini geçiren “Mirasyedi” İhsan Bey, evinin ihtiyacını karşılayamayacak duruma geldi. Konak, arsa, han, hamam, kısacası ailesinden kendisine ne kaldıysa ya sattı ya da rehin verdi: “Her akşam Papi’de işret, sonra kumarhanelerde oyun, sabaha karşı Konkordiyo şantözleriyle şampanya âlemi, maiyette de birkaç dalkavuk… Mirasyedi beyin bu gidişi iki üç yıldan fazla süremedi.” Kendisi İstanbul’dan ayrıldı, Nigâr Hanım’ı da çocuklarıyla beraber ana-baba evine geri gönderdi.
Eve bu ikinci dönüş, Şair Nigâr’ın ailesini de derinden etkiledi. Babası felç geçirdi, birkaç aylık sürekli tedaviden sonra yürüyebilir hale geldiyse de ağzı bir türlü açılmadı: “Sekiz dilde okur, yazar, konuşur bir insanın şu bir iki yıl içinde iki cümleyi bile hakkıyle telâffuz edememesi ne acıydı…” Annesi ise bu acılara daha fazla dayanamayarak ve kızına hayır dualarını eksik etmeyerek, Nigar’ın dönüşünden kısa bir süre sonra Mayıs 1897’de hayata gözlerini yumdu. Tam bir yıl sonra babasını da kaybeden Nigar, ailesini şimdiki Aşiyan Mezarlığı’na defnettikten sonra günlüğüne şu satırları düştü: “Hisar Mezaristanı’na gömülmeyi kendim için vasiyet ederdim, kader kimlere kısmet etti. Acaba oraya gömülmek bana da nasip olacak mı?..”
“Yazmak ihtiyacını duyuyorum. Yazı da imdadıma yetişmezse bilmem bu gece ne yaparım.”
Maaşı yatmaya başlasa da Osmanlı Devleti’nin sonuna yaklaşmış olması nedeniyle para akışı sık sık aksıyordu. 1904 yılında, mali tensikat sebebiyle maaş büsbütün kesildi. Bu sırada üç oğlu da Mekteb-i Sultânî’yi (Galatasaray Lisesi) yüksek başarıyla tamamlayarak üniversite eğitimi aldı. Yakınlarını ziyaret etmek ve sağlığını kazanmak amacıyla nisan ayında başladığı Serez, Selanik, Viyana, Macaristan gezisinden haziran ayında döndü. Bir ay sonra, Temmuz 1908’de meşrutiyet ilan edildi. Serveti Fünûn Gazetesi’nde yayımlanan yazısında sevincinden ve umutlarından bahsetti:
Yine tüm bu şaşaalı dostluklara rağmen, araya hangi "paşa" girerse girsin, Nigâr Hanım’a maaş bağlanamadı. Hangi merci denense, sonu yine hüsranla bitti. Verilmiş sözler tutulmadı. Vaadini yerine getiremeyen Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan, çareyi, maaşı cebinden ödemekte buldu.
Temmuz ayında Şair Nigâr, Padişah Mehmet Reşat’ın Selanik’ten dönüşü şerefine, ileride son halife olacak Şehzade Abdülmecit Efendi’ye padişaha ulaştırsın diye bir şiir verdi. Ancak birkaç gün sonra devlet görevlisi bir zat kendisine sadaka getirdi. Yanlış anlaşılmaktan büyük üzüntü ve utanç duyan Nigâr Hanım, “Padişahımın imzalı bir resmi beni elbette daha mes’ut ederdi” diyerek meseleyi Abdülmecit Efendi’ye bildirdi.
Yine de Şair Nigar’ın yazıları gittikçe karanlığa gömülüyor, davetlerin dışında yalnız kaldığından, acı çektiğinden söz ediyor. Depresif tabiatı varoluş buhranları geçiriyor ve savaş karşısında büsbütün eziliyor:
Dördüncü yılına giren savaş, devleti büsbütün sarstı. Gıda alımı vesikaya bağlandı ve Şair Nigar, Enver Paşa’ya mektup yazarak, açlıktan ölmemek için pirinç istedi. Arzusu yerine getirildi. Yine de sağlığı kötüye gidiyordu: “Sabahtan beri mustaribim. Vesika ekmeğini hazmedemiyorum. Süpürge tohumu, mısır, kepek, saman ve sâireden ibaret olan vesika ekmeğine hasta bünyem işte bu kadar alışabildi.”
1918 Şubat’ında fikren ve bedenen bitap düştü. Tifüs hastalığı kendini gösterdi. Yapılan davetlere iştirak edemiyor, bazı günler yataktan dahi çıkamıyordu. Günlüğüne düştüğü cümleler her geçen gün biraz daha kararıyordu: “Ne olur hissetmeden bir gece sönüversem… bîçarelerin meded ve teselli umdukları Pasiyans kâğıtlarına ben de baktım; çıkan fal, bana, ölümümün yakın olduğunu müjdeledi.” Nitekim iki ay sonra, falı çıkacaktı. 1 Nisan 1918 tarihinde Şişli Etfal Hastanesi’nde öldüğünde altmış iki yaşındaydı ve şehrin tüm aydınları yasa boğuldu. Defterine yazdığı 19 Mart tarihli son cümle ise şuydu: “Dün gece, nöbetlerle titrerken, babamın bana yirmi yıl önce hediye ettiği bir yatak mangalını hatırladım ve ancak onunla ısınabildim. Babacığımın aziz ruhunu bu vesileyle bir kere daha takdis ettim.”
YORUMLAR