masa-selim-esen-742168.webp


“İlkyaz kendiliğinden
Sana hiç sormadan gelir
Dokunsan uçar gider.”

Afşar Timuçin’in İlk Yaz Gibi şiirinin dizeleri aklımda, ilkyazın yeryüzüne göz kırptığı günler… Selanik Caddesi’nde sıralanan ağaçların ‘akasya telaşı’ havada leylak kokusu var. Esintide sallanan yapraklar arasında güneşten sakınan serçelerin ötüşleri duyuluyor. Caddenin her iki yanındaki dar kaldırımlar hareketli…

Fiyatlarını abartılı bulduğumuz yılların meyhanesinden yeni mekânımıza gelişimizin üçüncü yılındayız. Birahanelerin bulunduğu yerin aksine dar bir sokak içinde bulunan yerin üzeri tenteli olan açık alanı, kapalı alanından görece daha büyük. Masamız soldaki barın önünde. Birleştirilen iki küçük kare masanın, her iki yanında ikişer sandalye, bara yakın olanında ise koltuk var. Burası Prof. Onur Bilge Kula’nın yeri. Bel rahatsızlığı sırasında konulan koltuk iyileştiğinde de kaldırılmadı. Solunda Prof. Kemal Özmen, onun karşısında da ben oturuyorum. Bu düzen hiç değişmedi. Birleştirilen masalar kimi zaman sallansa da aldırmıyoruz. “Sallanan adamla oturmaktan iyidir” diyoruz... Her hafta Perşembe günü, saat 13.30’da burada buluşuyoruz. Bu da değişmiyor. Masa düzeni de değişmezlerden… Rakı bardakları, buz kovası ve sürahi ile birlikte küçük bir kâse içinde tuzlu fıstık. Kemal Hoca ve benim rakı kadehlerimiz ‘Yeni Rakı’ yazısına kadar doldurulurken, Onur Hoca’ya tek ayaklı bardakta fıçı birası geliyor. Yarım beyaz peynir, yarım cacık, yarım salata, biber-domates kızartması Kemal Hoca’nın tercihi. Ben ise, beyaz peynir, domates salatalık söğüş, turşu -kimi zaman turp- ve cacık tercih ediyorum. Ana yemek sebzeli pizza ya da ızgara köfte, yanında haşlanmış sebze ile elma patates kızartması. Bazen de tavuk göğüs ızgara yanında yine patates kızartması...  

Çilingir sofrası desek!.. Pek örtüşmese de çilingirin anahtarsız kapı açtığını biliyoruz. Bu masa da çok şey açıyor…

Selim Esen - Onur Bilge Kula-Kemal Özmen

Sıra dışı bir mekân burası… Genç müşteriler bira içiyor. Eee, rakı farklı haliyle, herkes uyum sağlayamaz.  Zamanı kaldırıp bir köşeye, insanın kendini uzun uzun dinleyesi geliyor burada; ama ne mümkün, kimi gün ülkenin gündemi, kimi gün farklı mesleklerden dostlar, bir yazar, bir şair, bir hukukçu, bir akademisyen onurlandırıyor masamızı. Kendi kendimizi pek dinleyemesek de, yan masalardan kulakların minyatür birer uydu çanağı gibi bizi merak ve ilgiyle dinledikleri açık. Olsun diyoruz burası 1940’lı, 50’li yıllarda Ulus’ta Orhan Veli’lerin, Cahit Sıtkı’ların, Melih Cevdet’lerin uğrak yeri Kürdün Meyhanesi değil ki...

Kimi zaman, ilk yudumun ardından Kemal Hoca seslenir:

“Çocuklar, şu müziği değiştirelim… Yunan müziği dinlesek…”; bir keresinde bize dönerek, “dinlesek de ‘Akdenizli’ olduğumuzu hatırlasak...” ve araya Melih Cevdet’in dizelerini sıkıştırmıştı: “Maviyi anlarsın / Denizi anlarsın / Mavi denizi / Zor anlarsın”. “Mavi” ve “deniz” birer sözcükken, “mavi deniz” birden şiir oluvermişti...

Ortalık toz duman olduğundan yığınla konu var Masa’nın gündeminde. Örneğin, RTÜK, her gün yeni kurallar koyuyor, günaşırı bazen bir bazen üç kanala birden ‘yayın durdurma’ cezası yağdırıyor. İlkokullara kız çocukları başı örtülü gidiyor. 8, bilemediniz 9 yaşında bu çocuklar. Bir devlet büyüğümüz bu uygulamayı ‘kişinin özgür iradesi’ olarak niteliyor. Aynı devlet büyüğümüz kendisiyle ilgili en ufak olumsuz bir eleştiri olduğunda yandaş televizyonlarda alıyor soluğu, başlıyor taşlamaya, dilin kemiği yok ki... Bilim adamı, şair, yazar, ressam, heykeltraş haddine mi düşmüş yönetimi eleştirsin… Tam kadehlerimizi Büyük İnsan’ın şerefine kaldıracağız, aklımıza aynı devlet büyüğümüzün içki içen insana, “aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorsunuz, derdiniz ne sizin?” sorusunu getiriyor. “Derdimiz sizsiniz” diyoruz, deviriyoruz kadehleri.

Masa, hiçbir yere sığmayan, içlerine çöreklenen o buhranı çıkarmadan, damarlarında gezen şeyin o anda kan olmadığını, sözcükler olduğunu anlayan bizi ağırlıyor. Önce Onur Hoca tokluğunu, açlığını koyuyor masaya, gündeme ve yerine göre Batı felsefesi, Kant, Hegel, Marx, Engels, Adorno, edebiyat ve estetik, Anadolu çoğulculuğu, Alevi-Bektaşi kültürü, Türkiye’de aydınlanma ve Atatürk devrimleri ile aydınlatıyor bizi... Kemal Hoca, sırtında Sizifos’un taşı gibi bıkmadan Türk ve Fransız edebiyatlarını, şiirini taşıyor masaya; en çok da Melih Cevdet, Oktay Rifat, Dıranas, Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk, Aragon, Eluard onurlandırıyor masamızı… Bu satırların yazarı da Cumhuriyet Ankara’sının bilerek ya da cehaletten yok edilmiş şehir kültürünü, ortak belleğini, mekânlarını, -meyhaneler, lokantalar, gazinolar, sinemalar-, yüzlerini, sokaklarını unutulmuşluktan çıkartmaya çalışıyor; kuruluşuna ve gelişmesine katkı yaptığı TRT’nin 1990 öncesi kurum tarihine, renkli yüzlerine tanıklık edip duruyor. Konuşmaların doğal seyrine göre gelişen konu çeşitliliği ne olursa olsun, üçümüzün de gözlerinin sessizce masanın ortasında birleştiği çok oluyor bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi... Yüreklerimizde bir ses yankılanıyor: “Masa da masaymış ha…” Edip Cansever dinliyoı olmalı bizi “öteyaka”dan, -Ferit Edgü’ye  buradan  sağlık dilekleri ve koca bir merhaba göndererek-,:

“…
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
...
Pencere yanındaydı, gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
...
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
---
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.”

Dostlarım benim şiirden yana iddialı olmadığımı bilirler, ama şairin büyük yalnızlıktan kurtulmak için, doğanın ona verdiği yazma ödülünden çıldırıp da yitmemek için, hatırlanmak ve hatırlatmak için, geçmişi ve geleceği buluşturmak için, varlığının farkındalığını aşmak için, bırakıldığı yeri beğenmediği için, geleceğe uzanmak için yazdığını pek ala bilirim... Kemal Hoca  bir konuşmasında “büyük yalnızlık”ı unutmanın ne olduğunu Dıranas’ın Kar şiirinden örneklemişti: “...Sırf unutmak için, unutmak ey kış ! / Büyük yalnızlığını dünyanın.”  Çünkü şair yazarak ‘var olan’ bir canlıdır. Bu nedenle şiir, dilin içinde yaşar. Acıdıkça üreten bir benliktir şair. Duygularının dilini imgeye döken bir söz cambazıdır. Sözcükleri kanatan, eğen, büken; onlara şekil veren ve onlardan yeni dünyalar yaratan bir dil işçisidir. Korkusuzdur, çünkü en başta kendine sonra da tüm evrene doğrultur kalemini. Yaşama yönelen, yaşamın çıkmazlarını ortaya koymaya çalışan şair, ruhunun karanlık yanlarını da anlama çabasındadır. Aslında şiir de bir yönüyle bu ‘anlamlandırma’ çabasının bir ürünüdür.

Neyse.

Masa enine boyuna süzülmüş hayatlar doludur. Farklı konular gündeme gelmiş, tartışılmış, vakit dolmuştur. Güneş masa üzerindeki egemenliğini yitirmek üzeredir, sürahideki su kendini içmeye başladığında, mekânı çepeçevre dolanan korkuluğun demirlerinin pası kayboluverir aniden, bunu anlarım da neden çürüyen şeyler gelir insanın aklına, işte bunu anlayamam !

Albert Einstein’ın sözüyle kalkarız masadan:

 “Dağınık bir masa, dağınık bir zihnin işaretiyse,
o vakit boş bir masa neyin işaretidir?”

Selim Esen
(Sincan İstasyonu, Ocak-Şubat 2024, sayı: 129)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler