cumhuriyet-ataturk-ve-muzik-674310.webp


101 yıl önce bugün, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde başlatılan kurtuluş mücadelesi kesin ve kalıcı bir zafere ulaşmıştı.

30 Ağustos günü, ilk kez 1924’te Dumlupınar’da Çal Köyü yakınlarında Cumhurbaşkanı Atatürk’ün katıldığı bir törenle “Başkumandan Zaferi” adıyla kutlandı.

Bu ilk törende Atatürk, millî ruhun canlı tutulmasının önemini vurgulamış ve eşi Latife Hanım ile birlikte Meçhul Asker Abidesi’nin temelini atmıştı.

Mustafa Kemal Atatürk’ün engin ileri görüşlülüğüyle kurulan Cumhuriyet, ulusal egemenliğe dayanan yönetim biçimi olmasının yanı sıra kapsamlı bir aydınlanma ve çağdaşlaşma atılımıdır. Cumhuriyet devrimleri bu atılımın temel taşlarıdır.

Devrimler, ulusumuza çağdaş bir yaşamın kapılarını açmış; laik ve demokratik Cumhuriyet’e sahip olmanın onurunu yaşatmıştır.

Büyük önderin Cumhuriyet’in ilan edildiği gün Fransız yazarı Maurice Pernot’a[1] söyledikleri devrimlerin temelinde hangi düşüncenin yattığını göstermesi açısından önemlidir:

“Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı imparatorluğunun sukutu, garbe karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz… Şüphe mi ediyorsunuz? Fakat siz, tarihimizi nazarı itibara almalısınız. Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima şarktan garba doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Ric’at arızi ve gayri ihtiyari oldu… Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bir istikamette yürümek azminde olan ve hareketinin ayağında bağlı zincirlerle işgal edildiğini gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür.”

Tüm devrimlerde olduğu gibi müzik devriminde de öyle olmuştur, zincirler kırılmış, yürünmüştür. Atatürk, 8 Ağustos 1928 günü Mısırlı sanatçı Müniretül Mehdiye Hanım’ın Sarayburnu Parkında verdiği konser sonrası yazdığı birkaç cümleyi Falih Rıfkı Atay’a okutturur:

“Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak şarkın en mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak tezyin eden Müniretül Mehdiye Hanım sanatkarlığında muvaffak oldu. Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki, Türkün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez.”

İki yıl sonra, müzik devriminin nasıl yapılacağı büyük önderin kafasında daha da netleşir. Bir Alman gazetesinin yazarına 1930 yılının 21-24 Mart tarihleri arasında müzikle ilgili olarak şöyle der:

“Montesquieu’nün ‘bir milletin müzikçilikteki meyline ehemmiyet verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz’ sözünü okudum, tasdik ederim. Bunun için musikiciliğe pek çok itina göstermekte olduğumu görüyorsunuz.”

Alman gazeteci, “Biz garplılara göre şark musikiciliğinin kulaklarımıza gelen garabeti cihetinden bahsettim ve dedim ki: Şarkın yegâne anlayamadığımız bir fenni varsa o da onun musikiciliğidir” dediği zaman Atatürk şu cevabı verir:

“Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu halkında işitilebilir.”

Daha sonra aralarında şu konuşma geçiyor:

“Bu namelerin ıslahıyla terakki ettirilmesi mümkün değil midir?”

“Garp musikiciliği bugünkü haline gelinceye kadar, ne kadar zamanlar geçti?”

“Dört yüz yıl kadar geçti.”

“Bizim bu kadar zaman beklemeye vaktimiz yoktur. Bunun için, garp musikiciliğini almakta olduğumuzu görüyorsunuz.”

Bu konudaki bir diğer önemli belge de Atatürk’ün 1 Kasım 1934 günü, Meclisin dördüncü dönem, dördüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmadır[2]:

“Arkadaşlar! Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan, Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletmeğe yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu sayede, Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. Kültür İşleri Bakanlığının buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim.”

Atatürk bu sözlerinden sonra ne yaptı, neler yaptı?

Öncelikle çoksesli müziğin öğretildiği Devlet Konservatuarını açtı, okullarda müzik öğrenimini çağdaş ve zorunlu hale getirdi.

Padişahın Mızıka-i Hümayun takımının tekses bölümünü dağıttı, çokses bölümünden Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını yeniden örgütlendirdi ve halk konserlerini başlattı.

Yetenekli Türk gençlerini kompozisyon öğrenimi görmek üzere Avrupa’ya gönderdi. Geri dönen gençler Konservatuara öğretmen oldular. Anadolu’ya yayılarak bilimsel yöntemlerle halk müziğimizi derlediler, notaya aldılar.

O günden bu yana çoksesli müzik kültürü toplumun belli kesimlerine kök saldı ve kendine özgü armonisiyle, ritimleriyle, ezgileriyle çağdaş bir Türk müziği doğdu, evrensel müziğin içindeki yerini aldı.

Böylelikle Türkiye’deki tekses – çokses tartışması da büyük ölçüde sona erdi.

Atatürk bir müzik adamı, bir müzik bilimcisi değildi. Müzik zevki yaşamının, çevresinin etkileriyle oluşmuş bir kişiydi. Buna rağmen o olağanüstü yetenekleriyle doğru çıkış yolunu gördü, sezdi ve bu yolda yürekli adımlar attı.

Ne yapsak ne etsek Büyük Atatürk’e minnet borcumuzu ödeyemeyiz.

 

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler