Victor Hugo hayatını anlatıyor / Bedriye Korkankorkmaz
İnsanlığın edebiyatın ve Sefiller’in ölümsüz dehası yazar şair Victor Hugo'yla kendine özgü diyaloglarla soru yanıt yöntemiyle sohbet ediyorcasına Bedriye Korkankorkmaz'ın bu yazısı, yazarın içsel dünyasına yaşam serüveninin ışığında yolculuk ediyor.
İnsanın kendini tamamlanmış hissetmesi için geçmiş anılarının parçalarını da içinde tamamlamış olması gerekiyor. Arkamda bıraktığım rakamların paramparça ettiği ruhuma bakıyorum. İnsan ruhuyla konuşabilmeli. Önümüzde duran yılların gizemini anladığımız zaman gelece daha güvenle bakabiliriz. Ses tonumuz ruh kameramıza yansıyan davranışlarımızın fotoğraflardaki yansımasıdır. Seslendiren kendimiz olmamıza rağmen kendimize yakıştırmayız bir anlık öfke krizi deyip geçeriz. Kendi kendimizi böyle yok saydığımızı kendimize bu yolla sırtımızı döndüğümüzü anlamayız… Aynalara bakıp güldüğümüzde de kendimize güldüğümüzü sanıyoruz aynaya güldüğümüzü unutarak. İnsan kendisine şu soruyu sormadan edemiyor: insanın kendisiyle oynadığı oyunun yaşı var mıdır? Ölüme yakın olduğumuzu hissettiğim zamanlarda iliklerimize kadar hissettiğimiz gerçek şudur: aslında affedemediğimiz tek insan kendimiziz. Kendimizi başka başka insanların parçalamasına izin veren de ruhunu başkalarının parçalayışına seyirci olan da biziz. Genellikle hayatın doğal akışı içinde gelişen olaylardan payımıza düşenle yetinmek zorunda kalıyoruz. Belki de insan şu gerçeği farkında: sadece kendimize verdiğimiz zararlardan ötürü insanlar bizi yargılamıyorlar. Bizde kendimizi yargılarken de genellikle çok geç kalmış oluyoruz. Günlerdir üzerinde düşünce ürettiğim kavramlarla cebelleşiyorum. Hayatın insana kazandırdıkları ile kaybettirdikleri üzerinde düşünüyorum. Düşüncelerim/ sorgulamalarım sonucunda ulaştığım değerlendirmeleri yanlış anlamayacağım bir yalınlıkla kendime şöyle soruyorum: “İnsana boyun eğdiren en büyük güç içindeki hırsın mı yoksa hırsın yargıcının mı eseri? İnsanın kendisine yaptığı en büyük ihanet kendisini akıllı, karşısındakini aptal yerine koymak mıdır? Merhamet bir insanın idrakinin kıt olmasına neden olur mu? Benim gerçeklerim korku tabanlı. Güvene ille de sevgiye bakışımızı etkileyen faktörlerin başında çıkarın hayatımızda biçtiğimiz role hükmedemediğimiz gerçeği mi gelir? İnsan kendisini mi yoksa başkasını mı kandırıyor davranışlarına yabancılaşarak? Sevgiye bakışımıza yabancılaştık, davranış biçimimizi korkularımız mı belirliyor? Toplum kuralları mı yoksa bizim kurallarımız mı tehdide dayanıyor? İnsanın iyi ya da kötü olması için neye ihtiyacı olduğunu soruyorum kendime tıpkı iyi insan ile kötü insan arasındaki farkın ne türden bir fark/ farkındalık olduğunu sorduğum gibi? İnsanın vicdanıyla yaptığı sohbetten kendisi sorumludur; ancak yazılarından okuyucuya verdiği mesajı hayatına geçirip/ geçirmediği konusunda ise kendisi sorumludur. Yüzümü doğaya dönmüş insanları seyrediyorum. Doğumla başlayan, ölümle nihayete eren bir süreç midir ömür? Söz konusu ölümse ya yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımız… Ya yarım kalan işlerimiz… Ya sevdiklerimizin arkamızdan akıttıkları gözyaşları… Ölenlerin yokluklarıyla bıraktıkları sonsuz boşluk duygusu… Tüm bu saydığım/ sayamadıklarımdan sorumlu mudur ölen? Öleni bu konuda sorumlu tutmak insanlıktan öte insafsızlık mıdır? Bildiğim, umarsızlığın duruma göre değişken tanımlarıyla yüzleşiyor insan sevdiklerini kaybedince. İnsanları affederek sevmeyi öğrenir affederek insanları kazanabilir bir insan ancak. Evet, bu affetme konusunu üzerinde bayağı bir düşündüm. İnsan af ede ede mi içini sürekli genişletir. Kendi kendime içimdeki oyukları ustaca kapatarak hiç incinmemiş, hiç güvenine ihanet edilmemiş… gibi sevmeye devam ederim insanları… Şimdilerde güvenime ihanet eden insana/ insanlara sırtımı dönüp yaşadığım sürece o insanla sadece insanlık adına yapmam gerekenler olduğunda iletişim kuruyorum. İnsan, kendisini yeniden kazanmasının/yeniden sevmesini yeni biçimlerini öğreniyor yaşadıkça. İnsan sevdiklerini affederek kendini yeniden kazanır ve kendini aşan bir yeni kimliğinde sonsuz yaşar. Kendime ille de değerlerime yabancılaşmadan yaşamaktı benim nazarında yaşamanın tanımı. Yalnızlığım her gün daha bir soylulaşıyor daha bir büyüyor. İnsan yaşadıklarıyla bir günde ya on yıl gençleşir ya da yaşlanır. Yalnızlığımla büyümeyi, acılarımı onurumla taşımayı ve yokluğu yoksunluk haline getirmeden kendimi sevmeyi öğreniyorum. Geçen gün insan üzerine düşünüyordum kendi kendime. Düşünmekle yetinmedim salt insanların yüzünü seyretmek için sahile gittim. Yüzüm denize dönük oturdum bir bankta. Gelen geçen insanların yüzünü seyrettim uzun uzun. Sadece yüzlerini seyrettiğim insanları saymadım. Üç saatte kaç insan yüzü seyredilirse o kalabalık sahilde o kadar insan yüzü seyrettim. Bana kalırsa, sadece bir insan yüzünü seyredebildim. Tüm insanların yüzü birbirine benziyordu. Yaşlı-genç kadın- erkek ayrımı gözetmeksizin insan yüzlerine yansıyan ve hiç değişmeyen o hüznün, o tanıdık hüznün peşinden gittim koşar adım. İlkesiz bir hüzün değildi onu baştan söylemeliyim. Bedel ödenerek kazanılmış bir hüzündü… Belki layığıyla o nitelikli hüznü kazanan insanların tek ortak yanları kendi gerçeğinden kaçmaktı… Bu ağır, bu her insan için taşıması oldukça zor olan yükü insanlar neden böylesine ölümüne sahiplenmişti? Bu sahiplenmenin altında yatan en geçerli neden, zincirlerinden kurtulmak istemeyişleriydi bence. Zincirlerinden başka hayatında kaybedecek bir şeyi olmayan insanın önüne kim ya da kimler geçebilir? Birey olma ayrıcalığından bihaber, okumayan ille de sorgulamayan bir toplum olmamız kimi ya da kimleri mutlu ediyor mesela? Neden cahil cesareti insanların işine geliyor da bilinçlenmemizden bu kadar korkuyor birileri? İşte bu ve buna benzer sorular usumda cirit atmaya başlıyor yine. Ben geceleri uyumak yerine saatlerce insan üzerine düşünce üretiyorum. Benim kendimle yarışma niyetim var. Anlatmak istediklerimi anlayabilmen için toparlamak istiyorum. O sahilde insanlara dair bir gerçeğe ulaştım kendimce. Ulaştığım gerçek şuydu: insanlar vekâleten yaşıyor. Ve her vekâleten yaşayan insan eksilerek yaşadığı gerçeğinden kaçıyor. Kendi gerçeğiyle yüzleşmemek için birçok hobi ediniyor. Günümüzde büyüklerin oyuncaklarıyla yarışamıyor çocuk oyuncakları. Büyüklerin oyuncakları çocuklarınki kadar masum da değil üstelik. Kimi aşağılık kompleksini emrinde çalışandan, kimi elindekilerin onu mutlu etmediği gerçeğini unutmak için dünya turuna çıkıyor, kimi yerleşik düzenini korumak için her gün yeni bir davranış, yeni bir katlanış, yeni bir hissettirmeyiş biçimi öğreniyor, kimi de sık sık araba ev vs. değiştirerek kendisini daha iyi hissettirme yarışı içinde vekâleten yaşadığı gerçeğiyle yüzleşmeden bu dünyadaki serüvenini noktalıyor... Benim kendime yaptığım en büyük kötülüklerin başında farkında olmak, hislerini kanata kanata yaşayarak, hayatta var olma mücadelesi vermektir. Beni türden düşüncelerin sarmalı içinde tek başına bırakan Victor Hugo oldu. Çocukken okumuştum onun Sefiller’ini. Hâlâ belleğimde canlılığını korur okuduğum her satır. Onun ölümsüz ruhuyla sohbet etmek istiyordum. Bir kitap basan matbaaya kitapların nasıl basıldığını görmek için gitmiştim. Bir yandan da Victor Hugo’yu düşünüyordum. Matbaa kokusunu ciğerlerime çekiyordum. Yeni basımı yapılmış bir kitabı elime aldım. Bir an Victor Hugo karşıma dikildi. Onu görür görmez tanımıştım. Elimdeki kitabı bağrına bastı ve öpüp başının üstüne koydu. Sevinçten ona sarıldım. O da bana sarıldı. Bir süre konuşmadan etrafı seyretti. Bir masa vardı etrafında iki sandalye olan. Oturduk. Sevinçten ne yapacağımı bilmiyordum. Ona ne soracağımı da unuttum. O duygularımı anlamış olacak ki ellerimden tuttu. “Rahat ol. İstediğin her soruyu bana sorabilirsin” dedi. Onun bana sevecen davranmasından güç alarak ilk sorumu sordum ona: “Sevgili dostum nasıl bir hayatın oldu senin? “Sevgili dostum, Fransa’nın orta halli bir kenti olan Besançon’da lapa lapa kar yağıyordu benim doğduğum gece. Eski bir evin Saint Ouentin Meydanı’na bakan odasında annem beni doğurmak için sancı çekiyordu. Bir tabur komutanı olan babam Léopold Hugo o da annemin beni doğurmasına yardımcı oluyordu. 26 Şubat 1802’ de akşam saat on buçukta ben dünyaya geldim. Ailem iki abim olduğu için benim kız çocuğu olarak dünyaya gelmemi istemişlerdi. Nüfus cüzdanıma adımı Victor –Marie Hugo adıyla kaydederler. Benim doğumun I. Napoléon’un imparatorluğuna rastlar. Ailemin özelliği o sırada sürekli savaşlar içinde bulunan Fransa’nın askeri serüvenleri arasında yaşamış olmasıdır. Babam Léopold Hugo Nancy’de bir doğramacı ustasının oğlu olarak dünyaya gelir. Annem Sophie Trébuchet ise Nantes’da doğar. Köle ticaretiyle uğraşan bir armatörün kızıdır. Anne ve babasını erken yaşta kaybedince teyzesinin yanında büyür. Babamla annem 1979’da Paris’te evlenirler. Benim atalarım ana yönünden burjuva baba yönünden ise halktan bir kesimden geliyor. Benim çocukluğumla gençliğim aile ve toplum olarak istikrarsız bir ortamda geçti. Gençliğimde erken olgunlaşmamda yaşadıklarımın payı büyüktür. Çocukluğumdan gelen bir ilgiyle kendimi edebiyata adadım. Bilinçli heyecanlı ve tutkuluydum. Ben çocukken uslu bir çocuktum. Benim eşime söyleyerek yazdırdığım “Yaşamının Tanığının Anlattığı Victor Hugo” adlı yapıtta çocukluğum canlı, renkli göz alıcı bin bir ayrıntıyla süslenmiştir. İşin aslı öyle değildi. Babamın asker olması oradan oraya koşmak zorunda kalması, annemle aralarındaki şiddetli geçimsizlik bana da yansıyordu. Çocukluk anılarım on altı yaşıma kadar manevi ve maddi dünyamda sarsıntılar yarattı. Gerçekten ben dünyaya gelmeden önce annem ve babam arasında şiddetli geçimsizlik hüküm sürmüştü. Çok geçmeden annem ve babam başka yerlerde avuntu aramaya başladılar. Her ikisi de başkalarının kolları arasında aradıkları teselliyi buldular. Annemle babam benim eğitimim konusunda ciddi bir anlaşmazlığa düştüler. Öyle ki babam bir gün bana doğduğumda vaftiz edilmediğimi söyledi. Annem ve iki erkek kardeşimle birlikte İtalya yolculuğuna çıktığımda ben henüz beş yaşındaydım. Çocukluğumda beni eğiten üç öğretmenimi ileride şu şiir dizelerimle ölümsüzleştiriyordum: “Üç hocam oldu sarışın küçüklüğümde/ Bir bahçe, yaşlı bir rahip, bir de annem / Yazı ki, pek kısa sürdü üçü de” (s.36) Annem bir okuma tutkunuydu. Kiralık kitaplar getirirdi bana. Rousseau’lar, Voltaire’ler, Diderotlar, Kaptan Cook’un Seyahatleri’ni bu şekilde hatmettim. Hocam bana Latin dili ve edebiyatını sağlam kavramamı sağladı. Ben ilk şiirlerinin birinde kendimi “Virgilius”un genç öğrencisi olarak gösterdim. Belleğimin bir köşesinde yer tutmuş olan İspanyol paranteziyle beraber yetişmesi güçlü Latin kültür temeli üzerine oturttum eğitimimi. Hayatımın sonuna değin o kültürün bir savunucusu olarak kaldım. Kalemimin ucunda Latince dizeler hazır beklerken ben Juvenalis ve Lucretius’un metinlerini sürekli okuyordum. 1864’te yayımcım Lacreix’ya “Ben bir Latin’im. Güneşi seviyorum” derken aydınlık ve mantık adına eski Hint düşüncesinin karanlıklarına reddiyede bulunmak istedim. Metafizik görüşlerimde bile klasik anlayışa bağlı kaldım. Annemle babam arasındaki sürtüşmeler babamın açtığı boşanma davasıyla sonuçlandı. Kararı beklerken biz çocuklar babamın otoritesine girdik. 1815 Şubat’ında beni ve ağabeyimi Paris’te Cordier Pansiyonu’na yatılı olarak verdi babam. Annem bizimle ilgilenmeyi sürdürdü biz çocukların üzerinde annemin derin bir etkisi vardı. Cordier Pansiyonu Cordier adlı bir rahibin kurup işlettiği bir yatılı okuldu. Öğretmenler bakımından oldukça şansıydım. Edebiyatın yanı sıra aritmetik, geometri ve resim yeteneklerimizi sergiledik ağabeyimle birlikte. 1816 yılının sonlarında Louis le –Grand Lisesi’nde matematik ve felsefe derslerini izlemeye başladım ve ertesi yıl Paris’in dört büyük koleji arasındaki yarışmaya katıldım. Annem bizi ziyarete gelirdi sık sık. Bu pansiyon benim edebi yeteneğimin açılıp serpildiği yer oldu. Louis le –Grand Lisesi’nde felsefe öğrenmenin düşünce bakından ufkumu genişletiyordu. Pansiyonda benden yedi yaş büyük genç öğretmen yardımcısı olan Felix Biscarrat da, ilk şiir denemelerimde beni yüreklendiriyordu. İleride kadim dostum olan Biscarrat benim şiir yeteneğimi keşfeden ilk kişi oldu. Ben gençlik dönemi şiirlerimi “Doğuşumdan önce yaptığım saçmalıklar” olarak adlandırdığımı belirttim. 1816 yılından başlayarak çok iyi bildiğim Latin şiirlerinden Horatius, Lacanus’tan özellikle de Virgilius’tan parçalar çevirerek işe başladım. Bu çeviriler sayesinde şiirlerimin imgelerini çok daha farklı boyutlara taşıdım. Onların yanı sıra Fransız şairi Jacques Delille (1738-1813) gibi, içli ya da ağıtımsı şiirler yazmaya da başladım. Bunun gibi 18. yüzyıl tarzında nesirler halinde komedi, nazımla iki trajedi, “İrtamene ve Athélile” hatta nesir halinde bir dram olan İnez de Castro’yu yazdım. Bu denemelerimi daha sonraları bastım. On dört yaşımdan beri kolejdeki akşam saatlerinde bir trajediye yüzlerce şiir yazdım. Ben de tıpkı Rousseau’dan daha genç bir yaşta mesleğime çeşitli akademik başarılar ve ödüllerle başladım. Daha on dört yaşımda “Ya Chateaubriand olmak isterim, ya da hiç!” demiştim. Böylece şiir yarışmalarının peşinden koştum. Basın adımı ilk kez 1819’da andı. Toulouse Akademisi’nin açtığı bir yarışmada “Verdun Bakireleri” bir derece elde ederken, bir gecede yazdığım IV. Henri’nin Heykelinin Dikilmesi adlı neşide, en üst ödül olan “Altın Zambak” ödülünü kazandı. Her iki şiir de Akademinin yayınları arasında yayımlandı. Yazdıklarımın hayrını da gördüm yazdığım bir neşide beni askerlik hizmetinden muaf tuttu. Şöhrete her geçen gün yaklaşıyordum. Kazandığım ödüller sayesinde iyi ilişkiler geliştirme olanağını buldum. Babamın bana seçtiği hiçbir mesleği tercih etmedim hayatımı yazdıklarımla kazanmak istiyordum. Bu konuda kararlıydım. İlk yazdıklarım aşırı bir kralcı duyarlılığıyla yazmıştım. 1819’da Vendée’lilerin onuruna “Vendée’nin Yazgısı” adlı bir neşide yazdım. Şiir o sırada Vendée Üstüne adlı eseri yayımlamış olan Chateaubriand’a adadım. Siyasi hiciv olan “Telgraf” şiirini yazdım. Aynı yılın aralık ayında kardeşimle birlikte “Muhafazakâr Edebiyat” adlı bir dergi çıkarmaya başladık. Derginin adı Chateaubriand’ın 1818’de yayımlamaya başladığı “ultra” aşırı sağcıların hizmetindeki Le Conservateur adlı gazeteye bir selamdı aslında. 13 Şubat 1820’de geleceğin kralı X.Charles’ın oğlu Dük de Beeey, Oprera’dan çıkışta öldürülür. Ben de “Dük de Berry’nin Ölümü adlı bir neşide yazdım ve dergide yayımladım. Chateaubriand da benden “harika çocuk” diye söz etti. Söz konusu neşidem güncel bir anlam da taşısa da, benim mesleğim için çok önemliydi. Kral XVIII. Louis benim içtenliğimi ödüllendirmek istedi ve 5000 Franklık bir bağışta bulundu. Benim şair yeteneğimin maddi bir karşılığıydı bu. Kraldan gelen bu yüreklendirme beni her geçen gün daha çok neşidenin içine çekmeye başladı. Dergi 11 Aralık 1819 ile 31 Mart 1821 tarihleri arasında otuz sayı çıktı. Dergini bütün yükü benim omuzlarımdaydı. Derginin ilk sayısındaki “Siyasal Toplayıcı” şiir derginin aşırı kralcı tavrını açıkça belli ediyordu. “Dinde Kaygısızlık Üstüne Deneme’ üzerine yazıma ait Lewmennais şöyle belirtir düşüncelerini: “Mösyö Hugo, dini anlıyor ya da şiirin tanrısal kapısından –sağa sola sapmadan- giriyor konuya daha çok!” Ben ve erkek kardeşim pansiyonu terk ettiğimizde annemizle birlikte oturduk. Boşanma kararı kesinleşince annem yeni ama küçük bir ev tutmuştu. Beni edebi çalışmalarım konusunda sürekli yüreklendiriyordu annem. Babam o sıralarda emekli olmuş, metresiyle birlikte Blois’ya yerleşmişti. 1821 yılında metresiyle evlendi babam. O sırada benim hayatımda da güzel gelişmeler oluyordu. Ben ve Adéle birbirimizi sevdiğimizi açıklamıştık.” “Babamın çalıştığı dairede zabıt kâtibi olarak çalışan dostu Pierre Foucher’in düğün törenlerinde babam yeni evlilere kadeh kaldırırken şöyle der: “Bir kızınız olsun, benim de bir oğlum olacak, onları evlendiririz; haydi şereflerine içelim!” Babamın yaptığı şaka gerçekleşti. Foucher’un Adéle adındaki kızı önce sevgilim sonra da eşim oldu. Eşimle çocukluk arkadaşıydık; bir nevi birlikte büyümüştük ailelerimiz sayesinde. Erken başladı bizim aşkımız. Eşime âşık olduğumda şu dizeyi yazmıştım: “Gül yanağı değdi yanağıma, ateş içindeyim.” Eşimin babası daire müdürü olmuştu. Onlar bize her geldiğinde ben sevgilimin güzel yüzünü doya doya seyrederdim. Yazdığım mektupları eşim saklamış; daha sonra da “Nişanlıya Mektuplar” adıyla yayımladı bunları. Mektuplardan anlıyorum eşimle gönlümüzü birbirimize 1819 yılının yirmi altı nisan günü açmışız. O anı şöyle anlatıyorum yazdığım şiirimde: “Seviyordu beni, ben de onu. İkimiz de,/ Saf iki çocuktuk, iki güzel koku, iki ışık…” Ben on yedi, sevgilim ise on altı yaşındaydı. Ailelerimiz bu olaydan haberdar olunca başta annem karşı çıktı bu olaya. Eşimin ailesi ise benim mesleğimden dolayı evimi geçindirecek parayı kazanamayacağımdan kaygı duydukları için karşı çıktı. Her iki aile de zengin değildi. İkimizin ilişkisine yasak koydular. On ay göremedim sevgilimi. Evlenmem için çok para kazanmam gerekiyordu. Çok çalıştım. O sırada annem birden bire hastalandı ve oğullarının kollarında öldü. Anneme delice bir tutkuyla bağlı olduğum için bu acı beni derinden sarstı. Edebiyat alanında kendimi geliştirmem konusunda annemin hatırı sayılır bir katkısı olmuştu. Annemi hayatım boyunca hiç unutmadım. Bu duyguları şiirimde şöyle yansıttım: “Ey ana aşkı! O hiçbir şeyin unutturamadığı!/Bir tanrının bölüştürüp çoğalttığı büyük ekmek/ Hep kurulu sofrası baba ocağının!/Herkesin payı olan, herkesin her şeye sahipliği.” Annemin ölümünün akabinde bir tavan arasında yalnız yaşamaya başladım. Babanın bana bağladığı cüzi bir aylık ve yazdıklarımdan kazandıklarımla yaşamaya başladım. Hem ünümü yaymak hem de evlenecek parayı kazanmak için gece gündüz çalışıyordum. O sıradaki yaşantım daha sonra beni ölümsüzleştirecek Sefiller yapıtımda “Marius” adlı kahramanın kişiliğinde tüm çıplaklığıyla hayat bulacaktır. “Marius” gerçekte benim gençliğimdir. İnsan âşık olunca yoksulluğa katlanmakta zorlanmıyor. Nişanlımla mektuplaşıyorduk. Dergi işleri de sürüyordu. Yeni yeni çevrelere giriyordum ve şiirlerim o çevrelerde beğeniyle okunuyordu. Yirmi yaşımda ilk şiir yapıtımı olan “Övgüler ve Çeşitli Şiirler’i yayımladım. Yapıtı sevgilime ithaf ettim. Bu şiirlerin birçoğu daha önce yayımladığım şiirlerdir. Kitap kralında çok hoşuna gittiği için yılda bana 1.000 Frank bağlattı bu miktar bir yıl sonra daha da artacaktı. Evliliğim için önemli bir maddi destekti bu. Kitap umduğumdan fazla satıldı ve yeniden basıldı. Edouard Deolon Feuillantines ile çocukluk arkadaşıydık. Yıllar sonra yeniden karşılaştık. Hükümet çok geçmeden Delon’dan bilinen bir cumhuriyetçi komployu açığa kavuşturdu Delon, polisin elinden kaçmayı başardı. Ben de yakalanırsa ölüme mahkûm edileceğini bildiğim arkadaşımın annesine oğlunun gelip benim evimden saklamasını yazdım mektubumda. Mektup önce polisin sonra kralın eline geçti. Kral XVIII. Louis sinirlenip beni cezalandıracağı yerde duygulanır mektubumdan ve “Bu delikanlıya ilk fırsatta ödenek bağlanmasını emrediyorum” der. Hükümetten aldığım paraya kitabımdan aldığım para eklenince evlenmenim önündeki engeller de kalktı. Bir gün Paris’ten Dreux’ye kadar yürüyerek gittim benden uzaklaştırdıkları sevgilimi görmek için. Pahallı olacağını düşündüğüm için arabaya binmemiştim. Benim sevgilimi görmek için onca yolu yürümem ailesini duygulandırdı ve kızlarını bana vereceklerini söylediler. Muradıma ermiştim. 12 Ekim 1822’de evlendim eşimle. Babam törene katılmadı benim iki şahidim vardı biri, okuldan dostum olan Biscarrat ile bir de ünlü şair Alfred de Vigny. Bu mutluluğumu zehirleyen şey benden bir yaş büyük olan kardeşim ailemin geçirdiği bunalımlardan fazla etkilendiği için aklından rahatsız olmuştu. Belli ki o da sevmişti eşimi. Evliliğimin hemen akabinde ruh sağlığı daha bozuldu. Akıl hastanesine kaldırdılar, on beş yıl orada kaldı ve orada da öldü.” “Artık edebiyatta çıraklık devrimimi tamamlamıştım. Romantizm akımının en güçlü başı olmuştum. Yeniden eserler yazmak için çok çalışıyordum. Kraldan aldığım ödenek geçinmeme yetmiyordu kayınpederimin evinde oturuyordum. Arka arkaya eser yayımladım. Edebiyatın geleneksel kapısından içeri girmiştim nazım da yeni ufuklar açacaktı önümde. Yeni şiir kitabımın da birinci baskısı tükendiği için ikinci baskısı çıktı. Eserin adı “Övgüler”di. Evlenmeden önce başlattığım romanım olan “İzlandalı Han”ı (Han d’ Islande) olarak noktaladım ve adımı koymadan 1823’te yayımladım. Bu ilk romanımdı. 17. yüzyılında Norveç’te geçen bir ucu da Danimarka Sarayı’na uzanan kan dökücü bir haydudun halka dehşet saçan serüvenlerini anlatır yapıt. Yapıt benim yaşadıklarımdan kopuk değildir. Kötümserlikten başlayarak kendi hayatım ve dönemimle ilgili yığınla gelişme, romandaki entrikaları açıklar; hatta yapıttaki tek insansal olgu olan Ethel’le Ordener arasındaki aşk da benim ve Adéle’in aşkını anımsatır. Yapıtta iyi ile kötünün sürekli mücadelesinin ortaya çıkardığı zıtlıklar ve gerilim bana özgü bakışın ilk örneğidir ve o haliyle roman romantizmin ilk habercilerinden biridir. Yapıtın tek eksiği gençlik yapıtı olmasıdır. İlk eleştiren Lamartine’dir o da şöyle söyle roman hakkında.” Ben de eseri pek şiddetli buluyorum; paletinizi yumuşatınız; düşleme, Iyr denen çalgı gibi, fikri okşamalıdır; pek sert vuruyorsunuz. Gelecekte işinize yarasın diye söylüyorum bunu”(s.55-56) “Sevgili Bedriye, 1830’dan başlayarak yüzyılın sesli yankısı olmak istedim edebiyat hayatımda bu kadar güzel gelişmelere karşı. Bu süreç içerisinde bir roman, dört şiir kitabı, tiyatro için dört dram yazdım ve bir gezinin izlenimlerini kaleme aldım. Sürekli çalışıyordum. Dostum Sainte Beuve’ün kalleşliğine uğradım aile yaşantım altüst oldu ben de -1833’ten başlayarak- Juliette Drouet’nin aşkına sığındım, üç başarısız girişimden sonra Fransız Akademisi’ne kabul edildim. 1841 yılında kızım Léopoldine ırmakta boğuldu ve ben de acılarımdan kurtulmak için siyasal yaşamın kollarına attım kendimi, toplum devrimci gelişmeler içindeyken. Hayatım yeni gelişmelere gebeydi. Yeni sevgilim Juliette Drouet’ye olan tutkum bana ateşli ama bulanık duygularla dolu şiirler yazdırıyordu. Dine olan inancım sönse de yine de dine inanmak istiyordum. Siyasal yaşamımda da hayal kırıklığına uğramıştım. Temmuz monarşisi liberaller vaatlerini tutmamış, sansür tekrar gelmişti ve fikirlere baskı gitgide ağırlaşmaktaydı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Yeni sevgilime yazdığım “Ruhum Daha da Ateşli” adlı şiirimden ilk dörtlüğü okuyayım: sana ” Dudağım hala dolu kadehine değmişse/ Solgun alnımı avuçlarına koymuşsam/ Soluğunu çekiyorsam içime durup durup/ O sıcak ve ruhunun kokusunu taşıyıp yayılan” (s. 103). “Gönülden Sesler şiirimde ruhuma seslendiğim belli başlı üç ses vardır: “İnsanın sesi”, “doğanın sesi” ve “olayların sesi.” İçimi döktüm bu şiire. Kitabımı ithaf ettiğim babamın adını Zafer Anıtı’na yazdırdığımı millet unutmuştu. Akıl hastanesindeki kardeşimin anıları da depreşir duruyordu ruhumda çocukluk günleri aklıma geliyordu sık sık. “Neyi düşüneceğim? Heyhat! Evinizden uzakta/ Sizi düşünüyorum çocuklar! Genç başlarım sizi/ Şimdiden olgunlaşıp tükenen yazımın umudunu/ Duvarımda gölgesi her yıl büyüyen dallar” (s.104). Hayatım boyunca acılarımdan kurtulmak için doğaya sığındım. 10 Temmuz 1837’de, Lamartine şiirlerim hakkında şunları yazdı: “Sizi okurken, artık hiçbir şiir yazmama duygusuna kapılıyorum iyiden iyiye; kitapta öyle sayfalar var ki, onlarla boy ölçüşecek yerde, ancak hayran olabilir insan” (s. 104). Sosyal bir görevim olduğunu düşünüyordum her şeyden önce. Sefaletin ve acıların içinde kıvranan insanlar içimi acıtıyordu. O sıralarda felsefi doğaya doğru yöneliyordum ölüm ve yazgı sorunları üzerinde düşünce üretiyordum. Bu kuşku yıllarında ruhumu aralarında paylaşan üç sesi serbest bıraktım: Onlardan biri, sallanıp duran inançtan yakınır, ikincisi beni yaratışın ve yaratılanların aşkına çağırır; üçüncüsü bireyselden, geçiciden uzaklaştırır ve ben onları dinlerken içimde evrensel ve tatlı bir iyilik duygusunun uyandığını hissederdim” “Sevgili Bedriye, öncelikle mutlu evliliğim çöktü. Hayatıma yeni bir sevgili girdi. Kızım suda boğuldu. “Dünyada en çok sevdiğim iki varlıkla ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Siz o iki varlıktan birisiniz” Bu sözleri yedi Temmuz 1831’de Sainte–Beuve’e söylüyordum. Evliliğim derin bir bunalım yaşıyordu. Adéle ile Sainte–Beuve, karşılıklı bir yakınlaşma duygusu içine girmişlerdi. Tam bir tutkuya dönüşecekken bu duygu, ben dostluğumu bitirdim Sainte–Beuve’le. 1828 Temmuz’unda başlayarak yazdığım ve içinde “Ey Aşk Mektuplar”, “Çocuk Göründüğünde”, “Bir Kadına”, “Batan Güneşler” adlı şiirlerimin de bulunduğu “Son Bahar Yaprakları” 1831 Kasım’ında yayımlandığında tam bir şaşkınlık içindeydim. Kaçıp gitmiş, yitirilmiş düşleri, uçup kaybolmuş bir aşkın ve mutluluğun arkasından duyduğum esefleri dile getiriyordum. Aslında her şeyi yıkan belki de Hernani fırtınası oldu. Benim dostlarım, hayranlarım, eşim ve çocuklarımla çevrili lekesiz ve sakin iç dünyam Hernani’nin estirdiği rüzgârların burgacına direnemedi. Aile ile tiyatroyu iç içte görmenin ödeyeceği bir fiyat vardı; onu ödüyordum. Sainte–Beuve’ın eşime olan duyguları o fırtınanın ortaya çıkardığı ortamda açılıp serpildi. Sainte–Beuve şairlik yanı da olan bir edebiyat eleştirmeniydi. Fransa’nın 19. yüzyılındaki en büyük edebiyat eleştirmeniydi. Birçok eğitim aldıktan sonra Paris’e gelmiş ve istemediği halde ailesinin baskısıyla tıp tahsili yapmıştı. Asıl zevki edebiyat olduğu için eski hocası Dubai’nin onun elinden tutmasıyla Globe gazetesine girmiş ve orada ilk eleştiri yazısını yazmıştı. Benim 1826 Kasım’ında yayımlanan “Övgüler ve Türküler” şiir kitabıma değinen 2 ve 9 Ocak 1827 tarihli yazıları onunla derin dostluğumuzun başlangıcı oldu. Daha sonra hayatlarımız birbirine sıkı sıkıya bağlandı. Aslında beceriksiz bir şairdir Sainte–Beuve ama tutukluğunun farkında olacak değin de zekidir. Kendisini her şeyiyle şiire adamıştır. Zamanla bu dostluk darmadağın oldu. Sainte–Beuve başlarda, romantizmde renkli ve taşkın olana karşı pek ihtiyatlı iken benim ve çevremin etkisiyle yeni okuldan yana bir tavrı benimsedi. Dindar bir eğitime sahip olan eşim de onu dine yaklaştırdı. Ben zamanla artan ünüme ve edebiyat üretimlerime gömülmüşken eşim de benden bağımsız bir kişilik edindi ve kendi çevresini kurdu. Zamanla içinde Sainte–Beuve’ye ayrı bir yer verdi. Eşim ve Sainte–Beuve arasında sayısı 334’ü bulan mektuplaşma oldu. Bu mektupları benim ölümüme yakın yok etmişlerdi. O notlardan geriye kalanlarda benimle eşim arasındaki bedensel ayrılık nasıl ortaya çıkmışsa eşim ve Sainte–Beuve arasındaki duygusal yaklaşım da aynı çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Sainte–Beuve’nin kuşkulu ve ihtiyatlı kişiliği sayesinde eşimle kurduğu ilişki platonik düzeyde kalır, bedensel bir ilişki boyutuna varmaz. Sainte–Beuve düşmanca tavrını benim yapıtlarım üzerine yazdığı yazısında belli eder. Buna karşı eleştirmen bir eski dostumu Fransız Akademisi’ne kabul edilmesinden dolayı memnum oldum. Sainte –Beuve 14 Mart 1844’te Fransız Akademisi’ne seçilip de 27 Şubat 1845’te kabul töreninin yapıldığı tarihlerde ben de Akademinin yöneticisiydim. Juliette Drouet ile ilişkime geldi sıra şimdi. “Lucréce Borgia’nın, 1833 yılının Ocak’ında Porte Saint Martin Tiyatrosu’nda provalar yapılırken, genç sanatçı Juliette Drouet’nin gözleri de, çalışmaları dikkatle izleyen benim üzerimdeydi. Eserde önemli bir rol olan Prenses Negroni rolü ona verilmişti. Oyun büyük bir başarı sağladı ve bu oyun aynı zamanda yarım asır sürecek benimle Juliette Drouet’nin aşkına da tanıklık etti. Juliette Drouet, 10 Nisan 1806’da Fougéres’de dünyaya geldi. Gerçek adı Julienne Joséphine Gauvin’dir. Dört çocuklu bir ailenin kızıdır. Babası sıradan bir terzi annesi ise evlere temizliğe giden bir kadındır. Daha bir yaşındayken babası ve annesini kaybeder. Amcası yeğenini manastıra emanet eder. Manastıra dinsel görevleri olan hısımları da vardır. Ben manastır yıllarına ait anıları yazıp bana vermesini istedim ondan o da “Bir Eski Pansiyonerin Elyazması” adıyla bunları yazıp bana verdi. Sefiller romanımın manastır yaşamına ilişkin bilgilerin temelinin başlangıcı budur. Zeki ve duyarlı bir kız olan sevgilim orada yaşamaktan mutludur ancak onun dinle ilişkisinin olmadığını gören manastır yöneticileri onu topluma iade ederler. Oldukça güzeldi. Bu güzelliğini bildiği için modellik yapar ve heykeltıraş James Pradier’nin (1792-1852) metresi olur ondan da Claire adlı bir kızı olur. Juliette, tiyatro sanatçısı olmak için Brüksel’e yollanan Pradier olmuştur. Kulisteki yaşamdan midesi bulanınca tanınmış bir gravürcü olan Pinelli (1781-1835) ile kaçarak Almanya’da ve Floransa’da dolaşır. Ancak Pinelli’nin parası bitince Brüksel’e dönmek zorunda kalır ve orada tiyatro girişimciliği yapan Harel’e rastlar Harel’de onu Théatre Royal topluluğuna sokar (1829). Harel Fransa’ya döndüğünde Juliette’i de yanına alır ve önce 1830 başlarında-Porte Saint Martin’de arkasında da Odéon’da oynamaya başlayan Juliette, sonra her iki tiyatroda oynamak için sözleşme imzalar. Çok geçmeden Paris’in gözde sanatçılarından biri olur. 1832 Nisan’ında da gazeteci ve edebiyatçı Alphonse Karr’ın (1808- 1890) metresi olur. Karr iki yaş büyüktür Juliette’ten. Ne var ki, bohem ve züppedir Karr. Metresini her yere götürerek adını çıkartır onun.”Ihlamurlar Altında” romanıyla büyük bir ün kazanmıştır. “Bir Saat Fazla Geç” adlı yazdığı romanında orada Juliette’yi başlıca kişilik olarak alacaktır; ama bunu yaparken, sanatçının sürdüğü zevk yaşamın arkasındaki gizli idealizmi ortaya koymasını bilecektir. Alphonse Karr’ın yerini Charles Séchan alır, bir dekoratör ve ressamdır. Çok zengindi, inceliği ve çıkar gütmeyişiyle herkesin sevgisini kazanmıştı. Juliette ile kısa ama mutlu beraberliği olur. Juliette onu terk eder ve zenginliği ve debdebesi dillere destan olan Anatole Demidoff’ a gider. Adam onu görkemli bir apartmana yerleştirir; bir sarayının olduğu Floransa’ya oradan da Paris’e dönerler. Metresinin güzelliğiyle hava atan adam Juliette’yi lükse boğar. Avusturya’nın elçilikten elçiliğe dolaşan ataşesi Kont Rodolph Appenyi’ye gelince şöhretli ama parasız pulsuz biridir. Juliette’e âşık olduğu belki doğrudur ama Günlük’ünde söyledikleri, kuru bir övünmeden başka bir şey değildir. Ben Juliette’i ilk gördüğümde ona şunları yazdım: “Bir elmas parçasınız ki, binlerce parıltıyla parlaması için bir ışığın değmesi yeter.” 6 Şubat 1833’te aşkımı ilan ettim; Juliette de 16 Şubat’ı 17 Şubat’a bağlayan gecede kendisini bana verdi. İki gün sonra da ben geceyi Juliette’in evinde geçirdim. Işık elmasa değmiş ve parlamıştı. Ben “Düşmüş kadını aşk ayağa kaldırır, aklar, paklar, dahası kutsallaştırır” demiştim bir seferinde. Bu sözlerim Juliette’nin geçmişini düşündüğümde yerli yerini bulduğunu gözlemledim. Juliette tam elli yıl büyük bir sadakatle bağlı kaldı bana. İlk aylarda aşkımız benim kıskançlığım yüzünden biraz zor günler geçirse de daha sonraları dengede tutmayı başardık ilişkimizi. Nihayet 1833 Ağustos’unda bir gün şiddetli bir tartışmanın sonucunda Juliette benden aldığı bütün mektupları yaktı. Bir günde benim haksız sitemlerime kızıp Brest’te kız kardeşinin yanına kaçtı. Hemen arkasından gittim onu alıp gözlerden ırak bir eve kapattım. Aşk adına buna da katlandı Juliette. Daha sonra Paris’te orta karar bir apartmana yerleştirdim onu. Geçmişten kalan borçları ile müsrifliğinden kaynaklanan tüm harcamalarını ödedim. Benim aileme yakın bir yere taşıdım Juliette’yi. Orada benim ona ayıracağım saatleri beklemeye başladı. Her yaz onu bir tatile çıkarıyordum o da tatillerle yetinmekle teselli buluyordu. Birlikte uzun yolculuklara çıkardık sevdiğim kadına en güzel aşk şiirleri yazdım. Tiyatroyu terk eden Juliette’te benim ona ayırdığım zamanlarla yetinerek zamanını geçiriyordu. Ben sevdiğim kadına da ihanet ettim. Juliette de bana hep sadık kaldı. Ressam François Biard’ın eşi Léonie Biarda’Aunet ile fırtınalı bir aşk ilişkim oldu. Birçok güzel şiire esin kaynağı oldu bu aşk. Bu ilişki sansasyona yol açtı. Ben zinadan tutuklanmadım ama sevdiğim kadın kocası yakınmalarını geri aldığı halde bir süreliğine manastıra kapatıldı. Ben dedikodulardan uzaklaşmak için bir süre ortalıkta görülmedim. O süreç içinde Jean Tréjean, sonra Sefaletler adını alacak olan bir roman yazmaya başladım. Juliette bıkmadan usanmadan yazılarımı kopya ediyordu. Onun kopya ettiği yazılar 1862’de Sefiller adıyla ortaya çıkacaktır. Araya giren sürgünlük yıllarımda Juliette benimle birlikte oldu. Fransa’dan uzakta sürgün yaşamın benim yurda döndüğüm 1870 yılına değin benimle bölüşen belki en çok Juliette oldu. Eşimde benimle birlikte yurttan ayrılsa da bir tarihten sonra vaktinin büyük bir bölümünü sürgün yaşamını seçtiğimiz Guernesey Adası’ında değil de, Brüksel’de geçiriyordu. Juliette’nin fedakârlığını bilen eşim bir yere gittiğinde gönül rahatlığıyla Juliette’i aileye kabul eder ve beni gönül rahatlığıyla Juliette’e emanet ederdi. Eşimin 1868’de ölümünün arkasında Juliette benim resmi arkadaşım oldu ve 1873 yılından başlayarak da, yaşamımızı aynı çatı altında sürdürdük. Benim bu süreç içinde birçok aşk ilişkilerim daha oldu. Juliette de bunlara da katlandı. Ancak son yıllarımda Juliette’e bağlılığımı tekrarlayıp durdum. Ona şunları söyledim: “26 Şubat 1802’de yaşama doğdum, 16 Şubat 1833’te aşka. Beni bakıp büyüten annem oldu ve sen de yarattın… Derinden hissediyorum ki, benim gerçek karım sensin; bu yeryüzünde sensiz yaşayamayacağım gibi, sen olmadan ebediliği de kazanamazdım!” (s. 128) “Sevgili Bedriye, Notre–Dame de Paris’ten beri roman yayımlamamıştım. 1859’da ilk ciltlerini çıkardığım manzum “Yüzyılların Efsanesi”nin üstünden fazla geçmeden onun yarattığı heyecan da daha sönmeden dev romanım Sefiller’i bitirdim ve 1862’de yayımladım. Kitap senin de bildiğim gibi ezilenlerin dünyasını anlatmaktadır. Sürgünlüğümün asıl zaferidir bu yapıt ve çok başarı getirdi bana. Şiddetli adaletsizlikleriyle sosyal düzeni anlatmak, onun ezdiklerini, kurbanlarını sergilemek yıllardan beri kafamı işgal eden bir konuydu. Sefaletle ilgili sorunlar, cinayetler onların cezalandırılması özellikle de ölüm cezası ve kürek mahkûmları, fuhuş ve ona yol açan nedenler üzerinde çok uzun zamandan beri düşünüyordum. 1829’da yayımladığım “Bir Mahkûmun Son Günü”nde bu sorunları dile getirmiştim zaten. 1830 ile 1840 yılları arasında birçok kez kanayan sosyal yaralara değindim sosyal adaletsizliğe karşı çıkma görevini severek üstlendim. Bir yandan da işçilerle ve onları emeği ile ilgili belgeler toplamıştım. Sefiller yayımladığında adeta yer yerinden oynadı. Sefiller’in konusu şöyledir: Romanın baş kahramanı gençliğinde kız kardeşlerinin çocuklarını açlıktan kurtarmak için bir ekmek çalmak zorunda kalmış olan Jean Valjean’dır. Jean Valjean bu hırsızlıktan dolayı mahkûm olmuş, hapishaneden birçok kez kaçtığı için kürek cezasına çarptırılmıştır. On dokuz yıllık mahkûmiyetini bitirdikten sonra insanlığa ve topluma düşman halde çıkar hapishaneden. Yabancı ve ürkek ürkek dolaşırken Dinge Piskoposu Monsenyör Myriel’in evine sığınır ve ikram görür. Ne var ki, sabahleyin gümüş sofra takımını da çalarak erkenden sıvışır evden. Çok geçmeden jandarmalar yakalar ve çaldıklarıyla birlikte onu Dinge Piskoposu Monsenyör Myriel’in evine getirirler. Ancak şefkat ve erdem dolu Dinge Piskoposu çalınanları kendisinin verdiğini söyler ve ona iki gümüş şamdan daha ekler. O güne değin yasaların sertliği ile insanlarım kötü yürekliliğinden başka bir şey görmemiş olan kahramanı bu yüce davranış altüst eder. Bir sonraki hırsızlıktan sonra, derin vicdan azapları içinde kıvranır ve sonra kendisini düzeltmeye karar verir. Bundan böyle, tüm yaşamı, dürüst bir insan olarak, sefillere ve düşkünlere yardımla; insanlığa karşı yüce davranışlarla geçecektir. Ne yazık ki o eski bir kürek mahkûmu olduğunu gösteren sarı bir kartla dolaşmaktadır; yani damgalıdır. Romanın bir başka kahramanı Fantine, bir işçi kadındır; baştan çıkarılmış sonra küçük kızı Cosette’le terk edilmiştir. Bir tartışma sonucu tutuklanınca polis görevlisi Javert’in hoyrat muamelesiyle karşılaşır. Kentin Belediye Başkanı Mösyö Madeleine, kadını serbest bırakır. Bu yumuşak tavır Javert’te kuşku yaratır. Aslında Mösyö Madeleine Jean Valjean’ın ta kendisidir. Jean Valjean geçen zaman içinde geçmişinden kurtulmayı başarmış, bir sanayi işletmesi kurup zengin olmuştur. Çevresinde yoksullara yardımcı olduğundan dolayı çok sevildiği için halk onu belediye başkanı seçmiştir. Kendisine “Légion d’ honneur” nişanı verilmiştir. Sadece Javert onun eski bir kürek mahkûmu olduğunu düşünür. O sırada birisi tutuklanır ve herkes onun yıllardır aranan Jean Valjean olduğuna inanır. İçten içe bir iç hesaplaşmaya giren Belediye Başkanı Mösyö Madeleine kararın açıklanacağı anda mahkemeye giderek asıl Jean Valjean’ın kendisi olduğunu söyleyerek mahkûmu serbest bıraktırır. Adalete teslim olmak için bir an serbest bırakıldığında, Fantine’e giderek kızı Cosette’e göz kulak olacağına söz verir. Sonra gözlerden kaybolur; kızı aramak üzere Paris’e doğru yola çıkar. Cosette’i annesi Thénardier’nin evine hizmetçi olarak vermiştir. Thénardier de, Waterloo savaş alanında düşmüş ölüleri soyarak zenginleşmiş korkunç ve tehlikeli bir adamdır; hancılık yapar, eşi de melanet bir kadındır. Bu arada Javert, Jean Valjean’ı yeniden yakalamış ve hapse atmıştır. Bir kez daha kaçar Jean Valjean. Herkes de onun suda boğulduğunu sanır. Oysa o gelir Thénardier’nin evine Cosette’i kaçırır. Onunla bir viranede, sonra da bir manastırda saklanır. Jean Valjean kıza iyi bir eğitim verdirir. Bir yandan da saklanmayı sürdürür çünkü Javert onun izini bulmuştur. Takma bir adla, Paris’te Plumet Sokakta oturmaktadır. Orada idealist bir Cumhuriyetçiyle, Marius Pommercy ile tanışır o da genç güzel bir genç kız olan Cosette’e âşıktır. Javer, bir kez daha tutuklasa da Jean Valjean’i, yakayı sıyırır Jean Valjean. 1832 yılıdır, halk ayaklanmıştır. Jean Valjean de bu savaşın içindedir. Bu arada Javert i yakalarlar hesabını görmesi için Jean Valjean’e teslim ederler. Jean Valjean de Javert’i serbest bırakır. Hayatını kurtaran adama karşı ne yapacağını bilmeyen polis Javert kendisini Seine Irmağı’na atar. Jean Valjean savaşta yaralanan Marius ile Gavroche’yi de kurtarır. Marius iyileşince Cosette’le evlenir. Yaşamını ona borçlu olduğunu bilmeyen Marius kızını Jean Valjean’de ayırır. Gerçeği sonra öğrenen genç adam Jean Valjean’ı ziyaret ederek kızını ölmeden önce ona gösterir. Bir ermiş gibi öldüğünde de başında Monsenyör Myriel’in vaktiyle ona verdiği iki gümüş şamdan yanmaktadır. Ve yapıt böyle sona erer. Ben 1830 yıllarda “Bir Mahkûmun Son Günü” ve “Serseri Claude”un arkasından “insan kardeşliği” ile “sosyal ilerleme”ye iyiden iyiye kendimi kaptırmıştım. Aradan geçen yıllar içinde Sefiller ortaya çıktı. 24 Haziran 1862’de Lamartine’e şöyle dedim: “Bana göre Sefiller, temelde kardeşliğe ve tepede de ilerleme fikrine sahip bir kitaptan başka bir şey değildir” (s. 189). Gerçekte ise bu sürükleyici, lirik romanım, bu zengin ve güçlü eseri daha da çarpıcı kılan etkisinde olduğum “insancıl tez” ile epik “esin”dir. Yazdığım kısa önsözde roman hakkındaki düşüncelerimi şöyle açıkladım: “Yasaların ve örflerin etkisiyle uygarlığın ta ortasında yapay cehennemler yaratan ve tanrısal yazgıyı bir insan yazgısı kisvesine sokup karmaşıklaştıran bir sosyal lanetleme var oldukça; yüzyılımıza has üç sorun yani erkeğin yoksulluk ve sefaletle alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun karanlıklar içinde köreltilmesi çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları havasızlıktan boğması söz konusu oldukça; bir başka deyişle ve daha geniş bir görüş açısından bakıldığında yeryüzünde cehalet ve sefalet bulundukça bu türden kitaplar yararsız olmayacaktır” (s. 190). Romanın bir başka yerinde de şunu soruyorum: “Bahtsızların ve alçakların birbirine karışıp tek bir kelimede Sefiller’de özetlendiği bir nokta vardır; kimin kabahatidir bu? Ve yanıtlıyorum sorumu: “Sefaletin, adaletsizliğin, kayıtsızlığın, kimi zaman da acımasız bir baskı! Çözün” ve ekliyorum: “Sadece eğitim sosyal adalet ve İncil’in merhamet: Bahtsızların birer” alçak” olup çıkmasını bunlar önleyecektir!” (s. 190) Ben en taşlaşmış canilerin bile, sabır ve aşkla kurtarılabileceğine inanıyorum. Nitekim suçlu bir kürek mahkûmu Jean Valjean’ı Monsenyör Myriel merhametiyle aydınlığa kavuşturmuş ve gösterdiği iyilik, çaba ve özveri sonunda onu tam bir ermiş yapmıştır. Gerçekten de Jean Valjean bu ıslah oluşun bu iyiliğin bir simgesidir. Piskoposun katıksız merhametiyle uyanınca, o da bir havari olmuş Fantine’e el uzatmış, Cosette’e kol kanat germiş, Marius’a yardım etmiş, Javet’i bile bağışlamıştır ve kurtuluşu için mücadele veren “sefiller”i savunmuştur. Toplumda tüm siyasal, ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri sergileyip eleştirirken bir sosyal roman örneği verdiğim Sefiller, aynı zaman da “epik roman”dır da. Waterloo Savaşı, 1832 Haziran ayaklanması, Paris lağım sisteminin –Dante’ye özgü betimlenişi, büyük epik freskolardır. Ama romanın bu epik boyutunu aşan bir yanı vardır ki, asıl önemli olan odur: Sefiller, Balzac’ın Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti’nden sonra, ama Dostoyevski ile Bernanos’un romanlarından önce kötülüğün sırrını çözmede bir dinsel düşünce soluğunun baştan sona dolaştığı bir eserdir; ne var ki, yine bana göre yalnız aşkın gücü bu sırrı çözebilir. Sefiller’in onca coşkuyla karşılanıp yaygınlaşmasında, bu mistik yön de rol oynamış olsa gerek” ( s. 191). “Sevgili Bedriye, hayatımda acıların sonu hiç gelmiyordu. 1859’da affa uğradım; Fransa’yı özlediğim halde yurduma dönmedim. Ailem büyük bir değişim geçiriyordu. Madam Hugo’nun Paris’e gittiğinde orada kalışları gittikçe uzuyordu. 1863 Haziran’ında annesinin adada olmadığı bir sırada Adéle, daha önce Jersey’de rastladığı bir İngiliz deniz subayı Albert Pison’un arkasından Kanada’ya kaçar. Evlilik de ortada olmadığından bir süre sonra delikanlı Adéle’i yüzüstü bırakır kaybolur ortadan. Kızım için çıldırtıcı bir olaydır bu. Nitekim Kanada’dan getirildiğinde aklını oynatmıştır. Akıl hastanesine yatırılan Adéle altmış üç yıl kaldığı hastanede, 1915’te seksen beş yaşındayken ölecektir. Bu hayatımda karşılaştığım ikinci delilik vakasıdır. Kızım ve erkek kardeşim. Oğlum benden uzak kalmayı istediği için Paris’e yerleşti. Orada evlendi. Ben her yıl Juliette’le Belçika’da ve Lüksemburg’da bir süre kalır Ren kıyılarında dolaşırdık. Benim küçük oğlum François-Victor, Shakespeare’in yapıtlarını Fransızcaya çeviriyordu. Çeviri bitince benden bir önsöz yazmamı istedi oğlum. Yazdığım yazı bir önsöz olmaktan çıktı bir deneme niteliğine büründü. Dört yüz sayfayı aşkın kitapta, Sefiller’e çatanlara yanıt verirken, şiir ve sanat ile 19. yüzyılda edebiyatın rolü üzerine görüşlerini sergiledim ve geçmiş yüzyıldaki edebiyat ve sanat dehaları hakkındaki düşüncelerimi açıkladım: Homeros, Aiskhilos, Lucretius, Dante, Cervantes ve başkalarını sıralarken Shakespeare’i de aralarına kattım. 4 Eylül’de Cumhuriyet ilan edilip geçici bir hükümet kurulduğu günün ertesi gününde ben, Juliette, oğlum Charles ve ailem olmak üzere, on dokuz yıllık bir sürgünden sonra Fransa’ya doğru yola çıktık. Kaos içinde buldum ülkemi. Cumhuriyet ilan edilmiştir ama Alman orduları da Paris’e doğru yürümektedir. Bunun birçok vahim gelişmeleri beraberinde getireceğini biliyordum. Paris’e vardığımda beni büyük bir kalabalık karşıladı. Pek yüreklendirici bir konuşma yaptım topluma. “Buraya görevimi yapmaya geldim, Paris’i savunmaya ve korumaya…” diye başladığım konuşmayı sürdürdüm. Hayatım çalkantılı geçiyordu Fransa gibi. Yaşadığım tüm acı kayıplara rağmen uzun yaşadım. 27 Şubat 1881 günü seksen yaşıma girdim. Paris’te dev bir tören düzenlendi. Bütün gazeteler ilk sayfalarını bana ayırmışlardı. Tam bir öğlen vakti Marseyyez’le başlayan tören, dört yüz müzik derneğinin katıldığı beş bin müzikçinin çalıp söylediği ulusal marşı on binlerce harçere izledi. Bütün bir gün halk kitleler halinde evimin önünde hep bir ağızdan haykırarak Marseyyez söyledi. Ben de “Paris’i selamlıyorum. Dev ve kutsal kenti selamlıyorum” diye başlayan bir hitabette bulundum. 4 Mart’ta Ocak seçimlerinde yeniden seçildiğim Senato Toplantısı’na gittim. Bütün meclis ayağa kalktı ve alkışladı beni. Onlara teşekkür ederek şöyle söyledim: “ Bana verdiğiniz onuru, ömrümün sonuna kadar unutmayacağım” diyerek heyecan içinde yerime oturdum. Böylece yaşarken yüceltilmenin nasıl bir duygu olduğunu yaşayarak öğrenmiştim. Son on yıl boyunca bana yakın olan çevremin beni ziyaret etmeleri seyrekleşmiş, yalnızlığım günden güne artmıştım. İlk olarak ailemden başlamıştı eksilişler. 1873’te, Charles’ın ölümünde iki yıl, eşimin ölümünden de beş yıl sonra ikinci oğlum François –Victor ayrılmıştı kafileden. Kızım Adéle, akıl hastanesindeydi. O da bir anlamıyla ölmüş sayılırdı. Hayatımı güzelleştiren iki torunumu 1868’de doğan Charles ile ondan bir yıl sonra dünyaya gelen Jeanne’dır. Anneleri Âlice, benim rızamla bir politikacıyla evlenmişti. Benim çağdaşlarım da bir biri arkasına ölüyorlardı. Ölümün hayaleti ortalıkta dolaşırken ne korktum ne de ürktüm. Artık en önemli işim kaybettiklerimin mezar başında konuşma yapmaktı. Ben de vasiyetnamemi yazmanın zamanı geldiğini anlamıştım. 31 Ağustos 1881 tarihli belgede şunları yazdım: “ Tanrı. Ruh. Sorumluluk. Bu üç kavram insana yeter. Bana da yetti. Gerçek din budur. Onunla yaşadım, onunla ölüyorum. Gerçek ışık, adalet, vicdan, budur Tanrı (s. 246). Bu itirafın arkasında dileklerimi dile getirdim: “Yoksullara kırk bir Frank veriyorum. Mezarlığa yoksuların cenaze arabasıyla taşınmayı arzularım” (s. 246). Bu isteğime uyuldu. “Bütün el yazmalarımı tarafımdan yazılı ve çizili ne varsa hepsini, bir gün Avrupa Birleşik Devletleri Kütüphanesi olacak olan, Paris Ulusal Kütüphanesi’ne veriyorum. Yakınlarımı da unutmadım: “ Bir hasta kızla iki torun bırakıyorum. Hayır, duaları onlarla olsun! Onlara bıraktıklarımı da sıraladım: “Hasta kızın Adéle’e yıllık sekiz bin Frank verilecektir; mamelekin geri kalanı küçük Jeanne ile küçük Georges’un olacaktır, anneleri Alice’e bırakılan yıllık ve ömür boyu gelir –ki on bin Franktır-saklıdır. Juliette’yi de unutmadım. Hükümet darbesi sırasında, hayatımı, kendi yaşamını tehlikeye atma pahasına kurtarmış olan, ayrıca bütün elyazmalarımı içeren valizi kurtaran cesur kadına diyerek yıllık ve ömür boyu bir gelir bıraktım.” Vasiyetnameme son kesin bir ekleme yaptım: Yoksullara elli bin Frank bağışlıyorum. Onların cenaze arabasıyla mezarlığa götürülmeyi arzularım. Bütün kiliselerin ayin ve dualarını reddediyorum; herkesin benim için dua etmesini diliyorum. Tanrı’ya inanıyorum. (246-247) Bu arada hayatımın kadını olan Juliette Drouet aşkımız eski duygusallığıyla sürüyordu. Ona yazdığım bu mektup yıllar önce nişanlıma yazdığımı mektubu aratmayacak kadar duygu doludur: “Bunu, 1876 yılının son gününde yazıyorum. Sen de, 1877 yılının ilk gününde okuyacaksın. Sen yetmiş yaşındasın ben de yetmiş beşime giriyorum. Böylesi fırtınalı ve o denli bunalımlı yaşamamıza ve geçen bütün bulutlara ve gölgelere karşın, tam kırk dört yıl var ki, birbirimizi seviyoruz. Artık göğe yaklaşıyor ve bir ruh haline geliyoruz gitgide. Etten yapılma yüreklerimiz artık mumdan yapılmış, sırlarla dolu bir yüreğe dönüşüyor. Derin aşkımızı, meleklerin kanatları altına koyuyorum. Sana tapıyorum sevgilim…” (247) Juliette Drouet bana yazdığı bir mektupta içini şu satırlarla döker: “Sana bıraktığım, yani yüreğine kattığım yüreğimi alıyor yeniden sana veriyorum. Ancak, bir de ricam var: Küçük ama haksız ve yaralayıcı despotluklarla fazla yıpratma onu! Benim gururlu ve dürüst, bağımsız yaradılışım, onlara dayanmakta hep güçlük çekmiştir; şimdi ise isyan halinde. Benim yüce sevgilim, yalvarırım sana, benim küçük ihtiyaçlarımı kaldır koy etme! Bir şey istiyorsam, bil ki, olanakların dışında değildir ve senin güvenini ve yüce gönüllüğünü asla kötüye kullanmayacaktır. Evinde bana ayırdığın yer, kabul ettiğin insanların nazarında benim aşağıda bir durumda görünmemi gerektiriyor, servetini de aşacak şeyler değil istediklerim. Bunlar, senin onurun adınadır da; benim yüce erkeğim, böyle bak konuya lütfen. Öte yandan yeryüzünde geçireceğim zaman da azaldı; tartışmaya değmez artık!” (s. 248) Sevgilim kanser olmuştu. Fazla ömrü olmayacağını da biliyordu. Hayatta Tanrı’dan tek dileği benden önce ölmekti. Öldü de. Çektiği azaplar beni derinden etkiliyordu. Juliette Drouet 11 Mayıs 1883’te Paris’te öldü. Gazeteler “Victor Hugo’nun sadık dostu öldü” diye yazdılar. Cenazeye katılmama izin vermediler dostlarım. Evde tek başına kaldım acılarımla. Juliette Drouet’nin mezar taşında benim yazdığım şu dizeler vardır: “Donmuş bir kül yığını olup çıktığımda/ Güne kapandığında yorgun gözlerim/ Anım yüreğinde yer etmişse bil ki/ Şiirlerim bütün ellerde de olsa/ Senin aşkın yetmiştir buna” (s. 249). Juliette Drouet’nin ölümü beni derinden sarstı. Ne yazmak ne dolaşmak ne de yaşamdan zevk alıyordum. İsviçre’ye ve İtalya’ya kısa bir yolculuğa çıktım. Bunlar son yolculuğumdu. O sıralarda yazdıklarım içinde şu dize oldukça anlamlıdır: “Yakında ufku tıkamaya son vereceğim” (s.250) 15 Mayıs 1885’te birkaç dostumla yediğim yemeğin ardından kendimi rahatsız hissederek yatağıma uzandım. Akciğerimde kanama vardı. 19 Mayıs’ta gazeteler rahatsızlığımı yazdılar. Sekiz gün sürdü hastalığım. 23 Mayıs 1885’te günlerde cumadır son nefesimi verdim. Ertesi gün gazeteler şöyle yazdı: “Dün, saat 13’ü 27 geçe Victor Hugo öldü! Olay haber bütün dünyada yankılandı. Ben Panthéon’a gömülecektim. Benim tabutum 31 Mayıs Pazar günü Zafer Anıtı’ında yüksek bir katafalka konuldu. Halk yığınlar Halide cenazemin önünden geçti. Cenazemin üstünde yapıtlarımın adlarının yazıldığı bir arma vardı. İki yan cepheye de benim resmim asılmıştı. Cenazem tören eşliğinde Panthéon’a varıldı. Cenazemde yapılan konuşmaların akabinde toprağa verildim. Bir devir de benim için kapanmış oldu. Sevgili dostum ben hayat serüvenimi özetledim. Senin benim insan yönüme dair düşüncelerini kitaptan bağımsız olarak benimle paylaşmanı istiyorum.” “Sevgili dostum, bana göre uzun hayat serüveninde hayatın hem acı kayıplardan hem de büyük sevinçlerden payını almışsın. İçine doğduğun aile bakımından şanslı buluyorum seni. Babandan ziyade annene bağlısın. Hayatlarını çocuklarına adamış bir anneye sahipsin her şeyden önce. Annen çocuklarının içinde en çok sana bağlıdır. Babanla annenin evlilikleri sona ermiş olsa da annen sana ve çocuklarına olan sevgisini hiçbir şey olmamış gibi vermeyi bilen fedakâr bir kadın. Baba tarafından tam bir sevgi görmemiş olman yetişkinliğinde ezik bir insan gibi hissetmene neden olmuyor. Annenin sınırsız sevgisi sana babanın sevgisizliğini unutturuyor. Dağılmış bir aile olma hissine de kapılmıyorsun. Gençliğinde meslek olarak şair ve yazarlığı seçiyorsun. Seçtiğin mesleği ömrün boyunca sürdürüyorsun. İlk âşık olduğun kızla evleniyorsun. Onunla evlenmek için para kazanmak amacıyla yoğun bir şekilde çalışmalarını yürütüyorsun. Annen ve sevdiğin kızın ailesinin evlenmenize izin vermemesi bile seni yıldırmıyor. İnandıklarını elde etmek için elinden geleni yapmak gibi eylemci bir yanın var. Sonunda evliliğinin önündeki para sorununu hallederek sevdiğin kızla evleniyorsun. Genç yaşta şairliğin fark ediliyor ve ödüller kazanıyorsun. Yazdıklarınla para kazanmaya gençliğinde başlıyorsun. Erkek kardeşinle birlikte bir dergi çıkarıyorsun ve edebiyatçı kimliğini o dergi sayesinde daha çok geliştirme olanağı buluyorsun. Gençliğinde katı bir kralcı olan yazın çizgin zamanla değişiyor. Salt şiir değil roman da yazmaya başlıyorsun. Bir insanın yaşayabileceği en üst mutluluğu da bir insanın taşıyamayacağı en ağır acıları da taşırken ilkelerinden ödün vermiyorsun. Baba oluyorsun. Çocuklarına bağlı bir babasın. Önce annenin kaybı senin kişiliğinde onulmaz bir yara açıyor. Baban başka bir kadınla evlenmiş olmasına rağmen onun ölümü de seni derinden etkiliyor. Bu acılar içinde en büyük acı erkek kardeşinin akıl hastalığına yakalanması ve ömrünü akıl hastanesinde geçirmek zorunda kalması oluyor. Acılar bildiğin yolda yürümeni engellemiyor. Yazdıklarını her geçen gün daha da derinleştirerek yazmaya devam ediyorsun. Basımı yapılan her yapıt halk tarafından sevilip benimseniyor. Yakın dostunla eşinin duygusal olarak birbirine yakınlaşmasından dolayı aile hayatında derin fırtınalar esmeye başlıyor. Eşinle duygusal olarak yakınlaşan eleştirmen dostunla dostluğunu bitiriyorsun. Bu olay yeni bir aşk arayışına girmene neden oluyor. Talihin bir insana verebileceği en kutsal hazine olan aşka da Juliette Drouet’yi tanıdığında kavuşuyorsun. Bir ömür boyu sürecek bir aşka sahip olmana rağmen âşık olduğun kadını da aldatıyorsun başka başka kadınlarla. Tüm yaptıklarına rağmen seni terk etmediği gibi sana ihanet de etmiyor Juliette Drouet. O sırada bir kızının suda boğularak ölmesiyle sarsılıyorsun. Acılara ve yalnızlıklara alışkın birisi olduğun için bu acıyı da bağrına basıyorsun. İkinci kızın da birlikte kaçtığı sevgilisi tarafından ortada bırakılınca aklını yitiriyor, onu da akıl hastanesine yatırmak zorunda kalıyorsun. Bu hayatında yaşadığın ikinci delilik vakası oluyor. Bu acıya da diğer acılar gibi yüreğinde geniş bir yer veriyorsun. Yazmayı sürdürüyorsun. Seni ölümsüzleştiren yapıtlar üretmeye devam ediyorsun. Siyasete atılıyorsun. Bu sıra da Sefiller gibi dev bir roman yazıyorsun. Romanın başarısını yaşarken görüyorsun. Adın ölümsüzler listesinde en önlerde yer alıyor yapıtlarından dolayı. Siyasetin içine girince sistemin adaletsizlikleriyle de tanışıyorsun. Kendini ezilen ve yoksul insanlara daha yakın hissediyorsun. Siyasetin dönekliğini bildiğin için asıl kurtuluşa halkın sabır merhamet ve aşkla kavuşacağını düşünüyorsun. Merhamet ve sabrı özünde barındıran bir dinin, yaşamın dayattığı koşullardan dolayı kötü yola sapan insanları doğru yola sokacağına inanıyorsun. Sefiller’deki kahramanın Jean Valjean örneğinde olduğu gibi. Senin din anlayışın sistemle bütünleşmiş bir din anlayışı olmadığı için cenazende kilisede yapılacak törenleri istemiyorsun. Jean Valjean’e gümüş şamdanları veren bir din anlayışını da halkın sevgisinde buluyorsun. Eşin öldükten sonra aynı çatı altında yaşadığın yüce insan Juliette Drouet ile evlenmiyorsun. O da içinde senin resmi eşin olamamanın ıstırabıyla ölüyor. Oğullarının ölümünü tadıyorsun ve iki torunla hayata tutunuyorsun. Sürgünlük hayatında hem düşüncelerin hem de yaşama bakışın değişiyor. Ülkene döndüğünde kalabalık bir halk tarafından karşılanıyorsun. Siyasi çalkantı dönemlerinde ülkene elinden geldiğince katkıda bulunuyorsun. Yeniden en üst görevlere geliyorsun. Hayatında sevilmiş, aşka doymuş bir erkek olarak yaşama serüvenini noktalıyorsun. Bir yazar ve şair olarak yaşayarak şöhreti ve doğru anlaşıldığını görmenin hazını yaşıyorsun. Hayatında en büyük haksızlığı ömrünü sana karşılıksız adayan Juliette Drouet’ye yapıyorsun, onun senin yanında aldığı yaraları görmeyerek. Her geçen gün daha çok yalnızlaştığını hissederek ölüyorsun. Dünya edebiyatında ölümsüz bir yer aldığını görmenin huzuruyla ölüyorsun. Vasiyetinde yer alan halk seni bağrına basıyor ve seni çağlara taşıyan ilk sevginin tohumlarını ekiyor. Yapıtların dünya dillerine çevrildikçe sevenlerinin sayıları da daha bir çoğalıyor. Günümüzde bile eserlerin geçerliliğini koruyor. Hayatta yaşadıklarıyla kendisini sürekli yeniden yaratan bir insansın. Hep toplum, hem de aile tarafından onore edilmiş bir insanının mutluluğunu yaşıyorsun. Dostluklara çok değer veriyorsun. Aşk senin hayatının olmazsa olmazları arasında birinci sırada yerini alıyor. Önüne çıkan hiçbir aşk fırsatını kaçırmıyorsun. Bir aşktan ziyade bir kadında aradığın tüm özelliklere sahip bir kadınla birlikte bir ömür geçirmenin ayrıcalığını yakalıyorsun. Yaşadığın hiçbir acıda ve yalnızlıkta seni yalnız bırakmıyor. Yalnızlığın ve acının üstesinden bu yüzden kolay geliyorsun. Yazdıkların da sana bu konuda hatırı sayılır yardımı dokunuyor. Yine de içini sürekli kendine saklayan birisin. Acılarını sevdiklerine yansıtmayı sevmiyorsun. Her zaman alnı açık ve başın dik dolaşıyorsun. Kişiliğinin erken yaşta olgunlaştığı için etrafındaki insanların davranışlarından etkilenmiyorsun. Yaşadıkların karşısında sadece boynunu büküyorsun. Güçlü kişiliğinle de çevrendekilere örnek oluyorsun. Yaşama sevincinle üretkenliğini asla yitirmiyorsun. Yaşadığın acılar kadar halka da yakın hissediyorsun kendini. Dost sohbetlerine çok önem veriyorsun. Hayatının hiçbir evresinde kendini şansız biri olarak görmüyorsun. Sevmiş ve çok sevilmiş bir insan olarak hayat serüvenini noktalıyorsun. “Sevgili Bedriye benim hakkımdaki düşüncelerinden dolayı sana yürekten teşekkür ederim. Kendine iyi bak. Seni seviyorum.”VİCTOR HUGO EVLİLİĞİNİ ANLATIYOR
VİCTOR HUGO SANAT HAYATINDAKİ GELİŞMELERİ ANLATIYOR
VİCTOR HUGO ÖZEL HAYATINI ANLATIYOR
VİCTOR HUGO AŞKLARINI VE ACILARINI ANLATIYOR
VİCTOR HUGO SEFİLLER'İN DOĞUŞUNU ANLATIYOR
VİCTOR HUGO YAŞADIĞI ACILARI ANLATIYOR
YORUMLAR