Ters Dönmüş Yüz / Stephen Crane
“Şimdi ne yapacağız?” dedi emir subayı, sıkıntılı ve heyecanlı bir halde.
“Gömün onu,” dedi Timothy Lean.
İki subay, ayakuçlarına, yol arkadaşlarının uzanıp yattığı yere bakıyordu. Yüzler tebeşir mavisine dönmüş; parıldayan gözler göğe bakıyordu. Bu dinelen iki adamın gövdeleri üzerinden mermilerin fırtınayı andıran sesleri geçiyor ve tepenin başında Lean’in güçsüz düşmüş Spitzbergen piyade bölüğü düzenli atışlar yapıyordu.
“Sizce de bu daha iyi olmaz mıydı---” diye yeniden sordu emir subayı. “Onu yarına kadar bırakabilirdik.”
“Hayır,” dedi Lean. Bu görevi bir saat daha erteleyemem. Geri çekilmem lazım, yaşlı Bill’i gömmeliyiz.”
“Tabii,” dedi emir subayı derhal. “Adamlarınız kazı aletlerini aldılar?”
Lean döndü ve gerisinde kalan cepheye bağırdı, bunun üzerine iki adam, birinin elinde kazma, diğerinde kürek, ağırdan alarak yürüyüp geldiler. Rostina keskin nişancılarının bulunduğu yöne doğru yola koyuldular. Mermiler kulaklarının dibinde çatırdıyordu.
“Burayı kazın,” dedi Lean, aksilenerek. Mermilerin hangi yönden geldiğine bakamadıkları için bakışlarını çimenliğe yöneltmek zorunda kalan adamlar dolayısıyla telaşlandılar; handiyse korktular. Toprağa çarpan kazmanın küt küt çıkan sesi, yakınlarından geçen mermilerin seri patlamalarına karışıyordu. Çok geçmeden bir başka er kürek sallamaya başladı.
“Sanırım,” dedi emir subayı, fısıltılı bir sesle, “elbiselerini araştırsak iyi olacak---şey için.
“Lean başıyla onayladı. Tuhaf bir dalgınlık içinde birlikte cesede baktılar. Sonra Lean, kendini toparlayarak, birden omuz başlarını karıştırmaya başladı.
“Evet,” dedi. “neyi var neyi yok görsek iyi olacak.” Dizleri üzerine çöktü, ellerini ölü subayın gövdesine yaklaştırdı. Fakat elleri, ceketin düğmelerine yaklaşınca titremeye başladı. İlk düğme kuruyan kandan kiremit rengine dönmüştü; bu düğmeye dokunmaya cesaret edemiyor gibi bir hali vardı.
“Devam edin,” dedi emir subayı, kısık bir sesle.
Lean duygusuzca elini uzattı, parmaklarıyla kan lekesi olmuş düğ- meleri beceriksizce yokladı. En sonu beti benzi atmış bir halde ayağa kalktı. Bir kol saati, bir düdük, bir pipo, bir tütün torbası, bir mendil ve içinde kartlar ve kâğıtlar olan küçük bir kutu bulmuştu. Emir subayına bir bakış fırlattı. Ortalığa sessizlik çökmüştü. Emir subayı, bütün bu tüyler ürperten işleri Lean’a yaptırmakla korkaklık etmiş olduğu duygusuna kapılmıştı.
“Pekâlâ,” dedi Lean, “hepsi bu, sanırım. Kılıcını ve tabancasını aldınız?”
“Evet,” dedi emir subayı, yüzü seğiriyordu; sonra birden tuhaf bir öfke patlamasıyla iki ere yöneldi. “Şu mezarı kazmakta ne diye elinizi çabuk tutmuyorsunuz? Durum ortadayken ne yapıyorsunuz siz böyle? Çabuk olun, duyuyor musunuz? Böylesi salağını hayatımda görmedim---”
Böyle hırsla bağırıp çağırırken bile bu iki adam kendilerini kurtarma peşindeydiler. Başları üzerinden art arda mermiler hızla geçiyordu.
Mezar bitirildi. Bir sanat şaheseri değildi---bayağı küçük sığ bir şeydi. Lean ve emir subayı, tuhaf bir sessizlik içinde kurdukları göz temasıyla birbirlerine bakıyorlardı.
Emir subayı birden boğuk bir sesle garip bir kahkaha attı. Sinirlerin şakımasıyla ilk olarak zihnin bu bölgesinden harekete geçen berbat bir kahkahaydı. “Şey,” dedi, Lean’a şaka yollu takılarak, “onu mezara yuvarlayıversek daha iyi olacak, sanırım.”
“Evet,” dedi Lean. İki er, alet edevatları üzerine eğilmiş, ayakta bekliyorlardı. “Sanırım,” dedi Lean, “onu yüreğimize gömsek daha iyi ederiz.”
Daha sonra açık açık Lean’i cesedi aramaya zorladığını hatırlayınca büyük bir cesaretle eğildi ve ölü subayın elbiselerini kavradı. Lean de ona katıldı. Her ikisi de parmaklarının cesedi hissetmemesi konusunda titizleniyordu. Tüm güçleriyle çektiler; ceset kaldırıldı, yukarı çekildi, devrildi, mezara yuvarlanıverdi; iki subay doğrulmuş, birbirlerine bakıyorlardı---gözlerini kırpmadan birbirlerine bakıyorlardı. Rahat bir soluk aldılar.
Emir subayı, “Sanırım bir şeyler---bir şeyler söylemeliyiz. Cenaze duasını biliyor musun, Tim?”
“Cenaze mezara konuncaya kadar dua okumuyorlar,” dedi Lean, ciddi bir ifadeyle dudaklarını bastırarak.
“Okumuyorlar mı?” dedi emir subayı, hata etmiş olmaktan utanarak.
“Ah, şey,” diye bağırdı birden, “hadi---hadi bir şeyler söyleyelim---henüz bizi duyabiliyorken.”
“Pekâlâ,” dedi Lean. “Sen duayı biliyor musun?”
“Tek satırını bile hatırlamıyorum,” dedi emir subayı.
Lean fazlasıyla kararsızdı. “Ben iki satırı tekrar edebilirim, fakat---”
“İyi o zaman, oku,” dedi emir subayı. “Okuyabildiğin yere kadar oku. Hiç yoktan iyidir. Yoksa hayvanlar bizim yerimize yapacaklar bu işi hakkıyla.”
Lean adamlarına baktı. “Dikkat,” diye gürledi. Erler, son derece kederli bir halde, topuk selamı vererek uyarının yapıldığı yöne yürüdüler. Emir subayı miğferini dizlerine doğru indirdi. Lean, şapkasını çıkarmış, mezarın başında dineliyordu. Rostina keskin nişancıları durmaksızın ateş ediyordu.
“Ah, Tanrı’m, arkadaşımız ölümün derin sularına gömüldü, ama ruhu, boğulduğu yerde dudaklarından köpükler yükselirken sana geliyor hızla. Sana yalvarıyoruz Tanrı’m kabul et bu uçuşarak sana gelen küçük köpüğü, ve---”
Lean, sesi kısılmış ve mahcup olsa da, bu noktada hiçbir tereddüt göstermiyordu, fakat bir an umutsuzluğa kapılarak duraladı ve cesede baktı.
Emir subayı huzursuzca davranıyordu.
“Ve Senin görkemli yüceliğinden---” diye başladı, ve sonunda o da sözünün sonuna geldi. “Ve Senin görkemli yüceliğinden,” dedi Lean.
Emir subayının birden Spitzbergen defin töreninin son bölümünden bir deyim aklına geldi ve hiçbir şeyi unutmayan bir adamın zafer kazanmış tavrıyla bu deyimi kullandı. Devam edebilirdi.
“Ah, Tanrı’m, merhamet et---”
“Ah, Tanrı’m, merhamet et---” dedi Lean.
“Merhamet,” diye tekrarladı emir subayı, o anda çaresizliğe düşerek.
“Merhamet,” dedi Lean. Sonra, bir takım duyguların baskısıyla harekete geçti ve birden iki adamına dönerek acımasızca “Doldurun toprağı.” dedi. Rostina keskin nişancılarının atışları tam isabet ve kesintisizdi.
* * *
Kederli erlerden biri elinde küreğiyle ortaya çıktı. Önce toprak aldığı küreği havaya kaldırdı ve bir an, neden olduğu anlaşılamayan bir tereddütle geldi geldi, mezarın içinden tebeşir mavisi gözleriyle sert bakışlar fırlatan cesedin tam üstünde dura vardı.
Timothy Lean, gözünün önünden tonlarca yük bir çırpıda kalkmış gibi bir duyguya kapıldı. Erin belki de küreğe aldığı toprağı cesedin üstüne--- tam da yüzünün üstüne boşaltabileceğini düşünmüştü. Ayakların üstüne atılmıştı toprak. Müthiş bir puan kazanılmıştı böylece---ha, ha! Toprak dolusu ilk kürek ayakların üzerine boşaltılmıştı. Aman aman ne de tatmin edici bir durumdu!
Emir subayı ağzında bir şeyler gevelemeye başladı. “Şey, tabii ki--- yıllarca düşüp kalktığımız bir adam---mümkün değil---yapamazsın, biliyorsun, can ciğer arkadaşlarını tarlaya, çürümeye bırakamazsın. Hadi ya, Tanrı aşkına, bir kürek ve sen!”
Elinde kürek olan adam birden sessizliğe gömülmüş, sağ eliyle sol kolunu kavramış bir halde gelecek emirler için subayına bakıyordu. Lean yerden küreği aldı. “Geç arkaya,” dedi yaralı adama. Bu arada diğer ere de laf yetiştiriyordu “Sen de gir sipere; ben işi bitiririm.”
Yaralı adam mermilerin ne yönden geldiğini umursamadan bayırın tepesine ulaşmak için çırpınıp duruyordu hâlâ, diğer adamsa dengeli atmaya çalıştığı adımlarla onu takip ediyordu; ancak aralarında tek bir fark vardı; o endişeyle dönüp, ardına tam üç kez bakmıştı.
İşte---çoğun---hedefi vurmakla hedefi ıskalamanın tek yolu bu.
Timothy Lean küreği doldurdu, bir an tereddüt etti ve sonra, bir şeyden tiksinmiş gibi suratını buruşturarak toprağı mezara attı, toprak mezara düşünce plof diye bir ses duyuldu! Lean---yorgun işçi---birden durdu ve alnının terini sildi.
“Belki de yanlış yaptık,” dedi emir subayı. Bakışları alık alık etrafta geziniyordu. “Tam da bu sıra gömmeseydik daha iyi ederdik. Tabii yarına bıraksaydık ceset---”
“Allahın cezası,” dedi Lean, “kapa şu çeneni!” Kıdemli subay o değildi.
Küreği tekrar doldurdu, toprağı fırlatırcasına attı. Her seferinde toprak bu sesi çıkarıyordu---plof! Lean, kendini bir tehlikeden uzak tutmak adına toprağı kazıp duran bir adam gibi, bir boşluk açmak için canhıraş bir biçimde çalışıp duruyordu.
Çok geçmeden tebeşir mavisine dönmüş yüzden başka bir şey görünmez olmuştu. Lean küreği dolduruyordu. “İnayet sahibi Tanrı’m,” diye bağırdı emir subayına. “Onu toprağa koyduğunda bir yolunu bulup ne diye döndürmedin ki? Bu---” Lean kekelemeye başlamıştı.
Emir subayı durumu anlıyordu. Dudaklarına kadar rengi solmuştu. “Durma, devam et be adam,” diye feryat etti, handiyse bağırmaya varan bir sesle. Lean küreği yerine koydu. Kürek bir sarkacın çizdiği kavis halinde öne düştü. Toprak indikçe plof diye ses çıkarıyordu!
Çeviren: Recep Nas
ERKEKLER, KADINLAR VE TEKNELER STEPHEN CRANE (Çeviren: Recep NAS) 1. Baskı: Kasım 2017, Baskı Adedi:1000 ISBN: 978-605-82852-5-5 Genel Dizi: 18 Yayına Hazırlayan: Ali Hikmet EREN Kapak Resmi: Nezihe Gökçe - Tasarım: MEDAKİTAP Baskı Hazırlık: Karizma Reklam-0.312 418 20 92
STEPHEN CRANE KİMDİR? BİR DEĞERLENDİRME
Vincent Starrett Stephen Crane’in Dünya Savaşı hakkında, yaşasaydı ne yazmış olabileceği üzerinde kestirimlerde bulunmanın bize nerdeyse hiçbir yararı yoktur. Şu ya da bu görevle mutlaka savaşta yer alırdı ama. Savaşı ya da kişisel bir serüveni anlatmak için ne kimse daha iyi bir yeteneğe sahiptir ne de bunu betimleyecek daha incelikli bir sanat vardır. Son zamanlarda çok az yazar savaşın gerilimi ve akışı içinde kendini dışa vurduğu şekliyle devinimin şiirini bu kadar güzel yazabildi ve katı sadeliği ve saldığı korkuyla kahramanlığın soyutlanmış işlevini bu kadar iyi tasvir edebildi. Henri Barbusse’nin muhteşem ve çarpıcı kitabı “Under Fire (Ateş Altında)” gibi ağırlıklı projeye Crane’in kazandıracağı şey, ancak bir kahinin kotarabileceği çözümlemeli bir yaratıcılık olacaktı.
Küçük ayrıntıları berrak bir şekilde ortaya koyma ve bu ayrıntılara gösterilen özen açısından bakıldığında fotografik betimleme yeteneğini ifade eden---ancak ayrıntının gizli önermesi içinde görülmekten ziyade hissedilen, asıl önem arz eden unsurun çoğunlukla dışarıda bırakılması bakımından hiç de fotografik olmayan esrarengiz bir önseziye sahipti o. Barbusse’nin yaptığı gibi, Crane de bu ayrıntıların tümünde tüyler ürperten ürküyü görüp betimleyecekti, fakat aynı zamanda ondaki utkuyu, esrimeyi ve mucizeyi de yakalayacak ve şiiri bunun üzerinde serpilip gelişecekti. Stephen Crane mükemmel bir psikolog olması yanında gerçek bir şairdi de. Onun düzyazısı çoğunlukla şairlik üzerine kaleme aldığı yetkin denemelerinden daha incelikli bir şiirselliktedir. Temelde psikolojik bir çalışma olan en ünlü kitabı “The Red Badge of Courage-Cesaret Madalyası”, bir acemi askerin ruhunun hassas bir şekilde ve klinik olarak incelemesi olması yanında hayal gücünün de bir tür zor başarımıdır. Bu kitabı bir savaşın birebir tanığı olmayan bir yazar olarak yazıyordu ve kendisini bir başka kişinin yerine koymak zorundaydı. Yıllar sonra Yunan-Türk dalaşından çıkıp geldiğinde bir arkadaşına “Cesaret Madalyası”nın tamam olduğundan söz etmiştir. Rüştünü güç bela ispat edebilmiş bir genç tarafından yazılan bu kitap Tolstoy’un “Sebastopol”u, Zola’nın “La Débâcle”ı ve Ambrose Bierce’nin bazı kısa hikâyeleriyle karşılaştırıla gelmiştir. Bierce’in yapıtıyla karşılaştırılması yerinde bir karşılaştırmadır; bana kalırsa diğer kitaplarla daha az ortak yöne sahiptir. Tolstoy ve Zola, geleneksel hale gelmiş kavgada hiçbir güzel yan görmezler; genellikle cesetler ve katliamlar üzerine yaptıkları---handiyse tiksindirici---çalışmalara kendilerini adamışlardır; ve Crane’ın gerçekçiliğine malzeme katkısında bulunan külhanbeylerine değgin beylik laflarından, doğallığın ve saygısızlıkların kaynağı Amerikan içgüdüsünden yoksundurlar.
“The Red Badge of Courage” da atmosfer değişmez biçimde okurun beklediği bir düzeyde tutulur: en kahramanca eylemler hantallıkların üzerinde incelikle çalışılarak başarılı bir sonuca erdirilir. Crane bu kitabı yazdığında pek de tanınmayan bağımsız bir yazardı. Bir yerlerde bu emeğin “acılardan---umutsuzluğa varan acılardan doğduğunu” söyler. Tam da Crane’in bilincinde olduğu gerekçeyle bu yapıt, çalışmasının en iyi parçasıdır.
Kusursuz olmaktan uzaktır. Kavramlar konusunda olduğu gibi, insanın tüylerini ürperten pek çok gramer hatası taşıdığından söz edilir; fakat sözü edilen kocaman bir sahnedir, edepli söylem kurallarından sapma olarak ortaya koyduğu pek çok girişim, sonuç alma arayışları içinde giriştiği çoğunlukla başarılı da olduğu üzerinde düşünülmüş denemelerdi. Stephen Crane bu kitapla “başarıyı yakalamıştır”. Kuşkusuz o güne kadar adını duymayan daha pek çok insan vardı; fakat hakkında uzun konuşmalar yapılmasının zamanı da gelmişti. Bu, kısa süreli bir coşku yaşamasına yol açan “The Black Riders and Other Lines” adlı, tuhaf şiirler toplamından öncesine rastlamış olsa da bin dokuz yüzlerin ortalarında, “The Red Badge of Courage”ın yayınlandığı yılların ardından olan bir şeydi. Yüksek övgüler alıyor, yüksek sesli hakaretlere maruz kalıyor ve kahkahalarla karşılanıyordu; fakat “olgunlaşmış” görünüyordu. O zamandan bu yana enikonu unuttuğumuz bir şey bu. Bizim bir tarzımız da bu işte. Kişisel olarak ben, onun kısa hikâyelerini romanlarına ve şiirlerine tercih ederim; bunlar, örneğin “Açıktaki Tekne”de, “Wounds in the Rain” ve “The Monster”daki hikâyelerdir.
Bu ilk toplamda kitaba adını veren hikâye, belki de çalışmalarının en incelikli eseridir. Sonuç olarak onu incelikli kılan şey nedir? İspanya’yla savaşımızda önde olduğumuz, onun haydutluk ettiği günlere ilişkin kendi yaşadığı maceraların gerçekçi tarzda bir kaydıdır bu; gemi kazasından kurtulmuş bir avuç adamın yönettiği açıktaki bir teknenin yaptığı yolculuğun gerçeğe yakın bir şekilde anlatımıdır. Ancak, Bounty isyancılarınca rotasından saptırıldıktan sonra Kaptan Bligh’ın o küçük teknesinin çıktığı yolculuğa ilişkin tuttuğu kayıt nispeten pek bir yavandır; hele ki İngiliz gemicinin yolculuğunun daha çok tehlikelerle dolu olduğu düşünülürse. “Açıktaki Tekne”de Crane, bir başka yazarın ince işçilikle yazmaya girişebileceği ve öyküde kendini ön plana çıkarmayabileceği yerde, üslubu bir tarafa bırakarak kendi etkisini öne çıkarmıştır. Bu üslupta belki de düzyazısının şiirsel uyumu en çarpıcı biçimde belirgin hale gelmiştir: anlatının ritmik, tekdüze akışı, teknenin yanlarını yalayarak tırmanan, “sivri uçları olan kayalar gibi” acımasız dalgalar halinde alçalıp yükselen kurşunî suyun akışıdır. Çizdiği kasvetli bir resimdir ve anlattığı hikâye bizim en büyük kısa hikâyelerimizden biridir. Bu cildi oluşturan diğer öykülerde Latin Amerika’nın vahşi, egzotik pırıltıları yer alır. Bu bölgenin renk ve ruhunun Stephen Crane’in tuhaf, karmaşık, değişken tümcelerinin anlattığından daha iyi bir biçimde ifade edilip edilmediğinden kuşkuluyum ben. “War Stories-Savaş Hikâyeleri”, “Wounds in the Rain-Yağmur Altında Yaralar”adlı yapıtının veciz anlama gelebilecek bir alt başlığıdır. Bu hikâyelere konu ettiği savaşlar,Crane’in bir savaş muhabiri olarak katıldığı İspanya-Amerika buhranında gördüğü ölçekte büyük ; son zamanlarda yaşanan dehşet buhranına benzer türde savaşlar değildi. Fakat kişisel kahramanlık sergilemeye yarayan bu fırsatlar her zamankinden daha az ele geçmiyordu, ve Crane’in sahip olduğu şekliyle, belli bir eğitimle geliştirilmiş, değerbilir bir anlayış ve sempatiyle ortaya konan böylesi güçlerin deneyimlenmesi adına başvurulan olanaklar oldukça fazlaydı. Pek çok bölümüne bakıldığında bu hikâyeler, ayrı ayrı konularda yazılmış, istisnai durumların aktarımı olan hikâyelerdir- --muhabirlerin kaba mizaha dayalı deneyimlerini, ateş altındaki işaret memurlarının muhteşem cesaretlerini, alabora olmuş bir yatın unutulmuş macerasını anlatan hikâyelerdir bunlar--- fakat hepsi de savaşın kızıl ateşinden esinlenen, savaşın boğucu dumanını arka planına alan hikâyelerdir.
Crane bir daha asla “Cesaret Madalyası”nın o kocaman tuvaline resim yapmaya girişmemiştir. Savaşa tanık olmadan önce onun sonsuzluğunu hayal etmiş ve bir Vereschagin(*) hırsı ve sadakatiyle fırça sallamıştır; savaşı tanıdıkça, daha da kısaltarak önemsiz, kan dolu paragrafları ayıklamış, ama özeni elden bırakmadan resmetmiştir. Bunun dışında bu kitapta devinime ilişkin şiir anlayışı canlı biçimde belirgindir. Harekete geçen adamlar, birbiri üstüne çıkan ya da serpinti atakları yapan dalgalar görür; donanımlarının tıngırtı seslerini ve dişleri arasında ıslık çalarcasına nefes alış-verişlerini duyarız. Bunlar hiç de eyleme geçen adamlar değillerdir, bir siperin ele geçirilmesiyle baş başa kaldıkları anda sadece işlerini yapan adamlardır. Ne kahraman ne de korkaktırlar. Belki yalnızca bir yeri ele geçirmek arzusu, bunun dışında hiçbir özel duyguyu yansıtmaz yüzleri. Bir trene yetişmek için koşturan, ya da bir yangın aracının ardına düşen, bir siperi berkiten bir dizi adamdır bunlar.
Durmaksızın değişen, her daim aynı kalan acımasız bir resimdir bu. Fakat, zengin ve unutulmaz paragraflarında şiirselliği de içerir. “The Monster and Other Stories” de “The Blue Hotel” adında bir hikâye vardır. Ana karakter olan bir İsveçli, hikâyenin sonuna doğru, bir şekilde kendini öldürtmeyi becerir. Crane’in bunu betimlemesi bu durum kadar sıradandır. Hikâye, kitabın bir düzine sayfasını doldurur; fakat bütün dünyanın tanık olduğu sosyal adaletsizlik bu alanda anıştırılır: Evrenin alt-üst oluşu, haklı mahvoluş, haksız zafer,---aklını kaçırmış, çılgın dünya. İsveçlinin katledilmesi olayı hikaye tümüyle okunup bittikten sonra da etkisinin sürmesi amacıyla hikayeye konulmuştur, ancak açıklayıcı olan da bu bölümdür. Kalın derisini bıçağıyla oyan kumarbazın değil, onu bıçaklayan bu adamdan çok daha fazla suçlanmasının yolunu açmayan bir durumun kurbanı olan maktulün ta kendisiydi bu İsveçli. Burada Stephen Crane karakterlerden birinin ağzıyla konuşur:--- “Hepimiz bu olayın içindeyiz! Şu zavallı kumarbazın esamisi bile okunmaz. O bir tür belirteçtir. Her günah bir işbirliğinin sonucudur. Biz, beşimiz, bu İsveçlinin katledilmesinde işbirliği yaptık. Her katliamda parmağı olan bir düzineden kırka kadar kadın vardır genellikle, fakat bu davada öyle görünüyor ki sadece beş adam var---sen, ben, Johnnie, İhtiyar Scully ve şu, sadece karar anında, bir insan eyleminin tam da zirvesine çıktığı bir sırada çıkıp gelen bahtsız kumarbaz, işte gelir ve tüm cezayı o alır.”
Ve sonra da şu karakteristik ve dikkat çekici ironik kısım:--- “İsveçlinin cesedi, bir başına salonda, gözleri para sayma makinesinin üstüne yerleştirilen tüyler ürpertici bir yazıya kilitlenip kalmıştır: ‘Bu senin satın aldıklarının kaydını tutar.’” “The Monster”da belirgin bir biçimde bütün bir toplumun cehaleti, önyargısı ve acımasızlığına odaklanılmıştır.Hikâyenin gerçekçiliği acı vericidir; insanlık adına insanın yüzü kızarır. Ancak, hikâye gerçekte “Whilomville Stories” başlıklı cilde ait olduğu halde tümüyle bu dizinin dışında bırakılmıştır. Whilomville hikâyeleri halis bir komedi, “The Monster” ise korkunç bir trajedidir.
Whilomville, insanın aklına estikçe düşüneceği, ücrada küçük bir kasabadır. Böylesi bir sempati ve anlayış göstererek onun hakkında bir şeyler yazmak için Crane, Boyville’de bir takım kayda değer dinlemeler yapmış olmalı. Gerçek şu ki, kuşkusuz, kendisi de bir yeniyetmeydi---kimilerinin ona seslendiği gibi “harika bir çocuktu,”---ve bir oğlan çocuğu aklına sahipti. Bu hikâyelerin başlıca özelliği eğlenceli olmalarıdır, çünkü öyle gerçektirler ki---yetişkinler için yazılan gençlik hikâyeleridir; sanırım bir çocuk bunları sıkıcı bulacaktır. Hikâyelerinin hiçbirinde insanın ruh halini ve duygularını yansıtan o tuhaf anlayışı çok daha iyi sergilenmemiştir. Bir zamanlar budala bir eleştirmen, çarpıcı etkiler oluşturma peşinde koşarken Crane’in “belli başlı sözcüklerin zamanla kutsanmış kullanım haklarını sık sık görmezden gelme yanılgısına” düştüğüne ve uygun renkler ararken de “çoğunlukla handiyse gülünç denilebilecek aksiliklere saplanıp kaldığına” işaret etmişti. Alıntılanmış satırlarda görülen kendinden hoşnut ukalalık bu suçlamalar için yeterli bir cevaptır, fakat bu savlamaları desteklemek bakımından eleştirmen belli başlı paragrafları ve ifadeleri alıntılamıştır.
O, gözyaşlarıyla “yaralanmış”, “korkusuz” heykeller ve “terörden mustarip” yük arabaları gibi küstahça söylemlere itiraz etmektedir. Geniş ölçüde Crane’in yüceliğini sağlayan ve tam da onun şiirsel izlenimciliğini gösteren değiniler bu eleştirmenin tam bir zır cahil olduğunu kanıtlamak için anılmıştır. Crane’in hünerle kullandığı sıfatların ustaca dile getirdiği çağrışımlarda şiirsel imgelemin en inceliklisi vardır, bu imgelemi kullanırken bir konuyu seçerken yaptığı gibi, kafasında iyice ölçüp biçerek kullanmıştır. Şu bizim modern imgecilerimiz daha tanınmadan Crane bir imgeci olarak ortaya çıkmıştır. Sıfatların bu alışılmadık kullanımı Whilomville hikâyelerinde karakterize edilmiştir.
Bunlardan birinde Crane “yanan turpların kutsal kokusuna” gönderme yapar. Yanan turpların hayal edilebilir ve mükemmele en yakın karakterize edilmesidir bu: herhangi biri “kutsal koku” imgesinden daha iyisini bulabilir mi? Stephen Crane’in giriştiği ilk iş “Sokak Kızı Maggie-Maggie: A Girl of the Streets”dir. Bana kalırsa bu yapıt, Amerikan edebiyatında doğalcılığın ilk anıştırmasıydı. Bir çoksatar değildi; yaşam için bir çözüm sunmayan; bir Yunan dramasının trajik sonuyla biten, bölümler halinde yazılan, varoşlara ait bir kurgu parçasıdır bu roman. Bir romandan öte bir romanın taslağıdır, fakat Crane’in New York’ta bir gazeteci olarak bilgisine aşina olduğu bir yaşam hakkında yazılan güçlü bir taslaktır. Garip bir biçimde analiz yeteneğinin incelikli bir parçası ya da insanın tercih edebileceği gibi, olağanüstü bir tarzda inançla aktarılmış bir bilgi kırıntısıdır; ancak Crane’in iki yüz sayfada aktarmayı başardığı şeyi birçok Fransız ya da Rus yazarı iki ciltte sonuca ulaştırmakta başarısız olmuştur. Aynı kategorideki “George’s Mother,” da oldukça baskın şekilde giderek artan bir etkiyle art arda sıralanan gereksiz ayrıntıların bir zaferidir.
Crane şiirlerini iki cilt halinde yayımlamıştır---“The Black RidersKara Süvariler” ve “War is Kind-Savaş Müşfiktir.” Baskıdan çıkmış halleriyle görünümleri, alay edercesine göklere çıkarılır; ancak Crane yalnızca günümüzün serbest vezninin bir öncüsüydü, açıkça kabul görmediyse de en azından hoş görülmenin ötesinde bir şeyle karşılanmıştır. Aşağıdaki aşk şiirini, bildiğim uyaklı ve geleneksel ölçüde yazılmış koşuklar kadar severim:--- “Şu uçsuz bucaksız dünya yuvarlanıp gitseydi, Kara ürküyü bırakarak ardında, Sınırsız geceye, Buna katlanacak Ne Tanrı, ne insan, ne yer Vazgeçilmez gelirdi bana, Sen ve senin o ak kolların ordaysa Mahkûm olacaktır güz uzun bir yola.” İkinci cilt yayımlandığında yetenekli bir eleştirmen “Eğer savaş merhametliyse, o zaman Crane’in şiiri de şiir olabilir, Beardsley’in renksiz yaratıları sanat olabilir ve bu da bir kitap olarak addedilebilir,”--- şeklinde bir değerlendirmede bulundu; koleksiyonerler için bu cildin tanıtılması açısından bugüne dek katalogcuların oldukça değer verdiği zekice bir özetti bu.
Beardsley’in savunmanlara ihtiyacı yoktur, ve ayrıca, Crane’in savaşın müşfikliği konusunda herhangi bir yanılsama içinde olmadığı da kesinlikli olduğuna göre, şu yetenekli eleştirmenin kitabı okumadığı adeta su götürmez bir gerçektir. Bu cildin başlığa çıkan şiiri, bütün eleştirilere yanıt veren şaşırtıcı derecede güzel bir hicivdir. “Ağlama kızım, çün müşfiktir savaş. Çünkü uzatıyordu âşığın hoyrat ellerini göğe doğru Ve ürkmüş küheylan koşuyordu bir başına Ağlama Müşfiktir savaş. Alayın böğürtüyle gümbürdeyen davulları, Savaşa susamış küçük ruhlar, Talim ve ölüm için doğmuş şu adamlar.
Anlam veremedikleri zafer uçuyor üzerlerinden, Uludur savaş---tanrısı ve onun krallığı--- Binlerce cesedin uzanıp yattığı bir tarla. * Oğlunun şaşaalı bir pırıltıyla parlayan kefeni üzerinde Bir düğme kadar gösterişsiz yüreği asılı duran ana Ağlama. Müşfiktir savaş.” 20 Stephen Crane Zavallı Stephen Crane! Pek çok dahi gibi kendi güçsüzlüğünü ve başarısızlığını içinde taşıyordu; pek çok dahi gibi, çok fazla olmasa da, hastaydı. Trajik denilebilecek genç bir yaşta veremden öldü. Fakat olağanüstü öngörüsüyle, keskin ve alaycı yorumlarıyla, korkusuzluğu ve başarısızlıklarıyla ne iyi bir yol arkadaşı olmalı o! Eski İrlanda’ya ait eğlenceli bir hikâye olan “The 0’ Ruddy” de Crane’le işbirliği yapan ya da daha çok, arkadaşının yürekten bir arzusunu yerine getirmek için Crane’in ölümü üzerine hikâyeyi tamamlayan arkadaşı Robert Barr’ın İngiltere’den yazdığı bir mektupta gözler önüne serdiği, Crane’in son günlerine kısa bir göz atalım.
Mektup, Surrey kentinin Woldingham kasabasının Hillhead bölgesinden 8 Haziran 1900’de gönderilmiştir ve şöylece devam eder:--- “Canım--- “Senden haber almış olmak beni mutlu etti, bana gönderdiğin Stephen Crane üzerine yazılmış makale fazlasıyla ilgimi çekti. Bana, değerbilmez, sıradan bir kişinin deha sahibi bir adama ilişkin acımasız yargısı gibi geliyor bu makale. Stephen onların yanlış anlamalarına yol açacak pek çok niteliğe sahipti, fakat özünde Londra’nın antik edebiyat tavernalarında ilgi odağı olmaya yatkın eski zaman umursamazlıkları gibi bir takım özellikleri olanlar arasında en iyisiydi; eli boldu.
Ben her zaman Edgar Allan Poe’nun Stephen Crane olarak; tekrar deneyerek, tekrar başararak, tekrar başarısız olarak ve dünyada kalması için başka bir sebep bulup ondan on yıl daha geç ölerek yeryüzünü tekrar tekrar ziyaret ettiğini hayal etmişimdir. “Mektubun elime geçtiğinde, Crane’i Kara Orman’a uğurlamak üzere dört gün kaldığım Dover’dan yeni dönmüştüm. İyileşeceğine ilişkin çok az bir umut ışığı vardı, ama bana kalırsa çoktan ölmüş bir adama benziyordu. Konuşurken ya da daha çok da bir şeyler mırıldanırken söyleyişinde tümüyle alışıldık bir nüktedanlık vardı. Ona, birkaç haftaya kadar Schwarzwald’a geçeceğimi, kendini daha iyi hissettiğindeyse birlikte nekahet gezileri yapacağımızı söyledim. Karısı bizi dinlerken o, zar zor çıkan bir sesle: ‘Bunu sabırsızlıkla bekleyeceğim,’ dedi, fakat bana gülümseyerek baktı, hafiften göz kırptı ve sesi çıkabildiği kadarıyla: ‘Seni kahrolası sahtekâr seni, sen de biliyorsun ki ben bu dünyada bir daha dolaşamayacağım.’ dedi.
Sonra, hastalık krizindeyken düşünce zinciri sanki önünde bakıp durduğu şeyi ima ediyormuş gibi mırıldanmaya başladı: ‘ Robert, sen,---şu aşmak zorunda olduğumuz---çite geldiğinde- --bu fena değil. Senin uykun gelir---ve---umursamazsın. Sadece küçük bir merak, belli belirsiz---senin gerçekten içinde olduğun dünya---hepsi bu.’ “Yarın, Cumartesi, ayın 9’u, onunla buluşmaya Dover’a yine giderim. Şu, ona her zaman iyi gelen ülkede, İngiltere’deyken biraz olsun dinlenecektir, sonra da Amerika’ya, böylece gezisini bitirir. “Hemen yanı başımda onun, eğlenceli bir İrlanda hikâyesi olan, daha önce yazdıklarından farklı son romanının bitirilmemiş bir elyazması duruyor.
Stephen benim bu romanı bitirebilecek tek kişi olduğumu düşünüyordu ve benim bunu reddedemeyeceğim kadar hastaydı. Bir başka insanın fikirleri üzerinden kendimi asla geliştiremediğimden bu konuda ne yapacağımı bilmiyorum. Senin canlı hayal gücün, İngiliz kanalına bakan bir pencerenin alt yanına uzanmış yatan, gülünç durumdaki kahramanının komik durumlarıyla umutsuzca çıkan mırıltılı bir sesle ilgilenen ölmekte olan bir adamdan daha tüyler ürpertici olan bir şeyi güçlükle tahmin edebildiği halde ben yine de onun hikâyesinin kalan kısmını tamamlamayı üzerime alabilirdim. “Bunları yazdığım pencerenin yan tarafından vadiden aşağıya bakınca bir zamanlar Crane’in yaşadığı, Harold Frederic’le benim birlikte neşe içinde birçok gece geçirdiğimiz Ravensbrook House’u görebiliyorum.
Romalılar Britanya’yı işgal ettiğinde susuzluktan kavrulan birliklerinin bir kısmı su bulmak ümidiyle, yoksa perişan olacaklardı, bu kurak tepelerin çevresinde dolaşıyorlardı. Kuzgunları gözlüyorlardı, bu nedenle benim yaşadığım yerin hemen altından çıkan ve Stephen’in eski evinin yakınından geçen dereye gelmişlerdi; bu nedenle derenin adı Ravensbrook’du. (**) “Savaşa katılan çağın en büyük yazarının kendisini en büyük eski zaman savaşçısı Sezar’ın yerine konumlandırmak zorunda olması ve muhtemelen susuzluğunu gidermek için durması tuhaf bir tesadüf gibi görünüyor. “Stephen, sabah saat üçte, dostumuz Frederic’i dokuz ay önce alıp götüren aynı uğursuz saatte öldü. Her ne olursa olsun korumaları aşarak geçen Harold gibi gayretkeş bir adamın tekrar ortaya çıkmasının mümkün olup olmayacağını hesaba katarak, gece yarısı Crane’in Sussex’teki on dördüncü yüzyıldan kalma evinde, biz ikimiz Frederic’in ruhunu bu hayaletler evine ve topluluğumuza geri çağırma yollarını arıyorduk, fakat hiçbir yaşam belirtisi göstermiyordu. Daha az ısrar edilse Stephen’ın, ikisinin birlikte bariyeri geçebileceği ustaca bir yöntem önerip önermeyeceğini merak ediyorum. Öte yandan Harold’ın lanetler yağdırdığını ve karakterini ince ince dokumuş arkadaşının çok daha zekice yardımını memnuniyetle karşıladığını hayal edebiliyorum. “Üç Silahşörler’in sonuncusu olmak istiyorum, diğer ikisi Ölümle düellolarında yenik düştüler. Gelecek iki yıl içinde, merak ediyorum, ben de boy ölçüşecek miyim acaba.
Eğer böyle olursa, böylesine iyi şu iki ahbabın öbür tarafta akıbetlerini bekledikleri yarışma alanına daha bir neşeyle gideceğim. “Her daim arkadaşın, “ROBERT BARR.” (Robert Barr kendisini Üç Silahşörlerin sonuncusu olarak addediyordu.
Crane’ın yanı sıra Harold Frederic’in de yakın dostlarından biriydi.) Arkadaşlarından birkaç yıl daha fazla yaşamasına karşın şu anda Üç Silahşörler’in yerinde yeller esiyor. Robert Barr 1912’de öldü. Belki hâlâ ortak bir beyannameyi tartışıyorlardır. Belki de Stephen Crane üzerine yazılmış bir makalede, Crane’in Rochester’ın bir editörüne yazdığı bir mektuptan alıntılanmış bir paragraftan daha iyi bir sonsöz olamazdı:--- “Beni derinden hoşnut kılan tek şey, sağduyu sahibi insanların her durumda bana yürekten inanmaları gerçeğidir. Çalışmamın bir dizi kuru fasulyeye denk gelmediğini biliyorum---bunu her zaman soğukkanlılıkla kabul ederim---fakat şunu da biliyorum ki övgü ya da suçlamayı hesaba katmadan içimden gelenin en iyisini yaparım. Ülkedeki her mizahçı için standardın ben olduğum zamanlarda işimde ileri gidiyordum; ülke mizahçılarının sadece yüzde ellisi için standart olduğum bu zamanda da işimi yapıyorum, çünkü anlıyorum ki bir insan bu dünyaya kendi bir çift gözüyle gelir, ve önsezilerinden tamamıyla o sorumlu değildir---o sadece kişisel dürüstlüğünün niteliğinden sorumludur. Bu kişisel dürüstlüğe yakın durmak benim ta içimde yaşattığım tutkumdur.”
VINCENT STARRETT.
(*) Vasily Vasilyevich Vereshchagin, ülkesinin dışında da iyi tanınan en ünlü Rus savaş ressamlarından biridir. (ç.n.) (**) Ravensbrook: Kuzgunlarderesi (ç.n.)
GERCEKEDEBİYAT.COM
SATIN ALMAK İÇİN TIKLAYINIZ...
YORUMLAR