Stalin'in askeri / Coşkun Kartal
Gazeteci yazar Coşkun Kartal TRT'de gazetecilik yaparken Hocalı katliamı nedeniyle olay yerindeydi. Birinci ağızdan iyi bir öykücünün yazdığı bu öykü Hocalı Katliamı'yla ilgini en önemli edebiyat yapıtlarından biridir.
Aradan uzun yıllar geçti ama ben, gökten yağan ateşler altındayken bile iliklerimi donduran ömrümün en uzun gecesini unutamadım. O şubat gecesinde yaşadıklarımı, burnumun dibine kadar gelen ölümün yalnızca yaklaştığı insanlara duyumsattığı kokuyu, insan gözlerine yerleştirdiği umarsız korkuyu bir türlü aklımdan çıkaramadım. Birlikte görev yaptığım değişik ülkelerden meslektaşlarımla oraya giderken, ölümle bu denli burun buruna gelebileceğimizi doğrusu hiç birimiz hesaplamamıştık. Üstelik, bir gece önce gördüklerimize tanık olmak her kula nasip olmazdı! Her bir yanı oynayan yaşlı bir otobüsle, dar yollardan tangır- tungur geçip bir kasabaya varmıştık. Kasabaya girinceye kadar, otobüsün köhneliğiyle epey dalga geçmiştik. Hatta, bazılarımız, işte böyle nerdeyse hurdaya çıkacak araçlar, onları yenileyemeyen “bürokrasi”, karar merciindeki komünist parti yöneticilerinin araçları yenileyecek ödenekleri “cebellezi” etmesi nedeniyle Sovyetler Birliğinin dağıldığını söyleyecek kadar ileri düzeyde “tespitler” yapmışlardı. Bizi kasabanın girişinde karşılayan kalaşnikov’lu sivil adamlar, yüksek duvarlarla çevrili, geniş bir alanı kaplayan kampüs gibi bir yere götürmüşlerdi. Avlunun bir köşesinde, depoya benzeyen, dört tarafı penceresiz duvarlarla çevrili bir bina vardı. Binanın kapısından içeri girdiğimizde yaşanan facianın boyutları kafamıza dank etmişti. Boş deponun zeminine, artık yaşamayan kadın- erkek onlarca insan yan yana uzatılmıştı. Bunların bazılarının kafaları yoktu. Kiminin kolu bacağı kopmuş, kiminin de yüzleri tanınmaz hale gelmişti. Bunların Hocalı’da Ermeniler tarafından ormanlık alanda katledilen sivil Azeriler olduğunu söylemişlerdi. Acı ve hüzünle kurbanların hareketsiz yatan ve bir daha asla kımıldayamayacak ölülerine öylece bakmıştık. Daha birkaç gün önce hareket eden, konuşan, gülen, ağlayan, seven ya da nefret eden insanlardan kalan cansız bedenlere bakmaktan başka bir şey gelmemişti elimizden. Çünkü, bir yandan da, görevimizin oturup ağıt yakmak değil, olan biteni soğukkanlılıkla başka yerlerin insanlarına duyurmak olduğunun fena halde bilincindeydik. Bu nedenle, acı ve hüznümüze karşın, yüzümüze giydirdiğimiz -gazetecilerde çok rastlanan- o yapay ifadesizlik maskesiyle incelemiştik ortamı. Orada, yerel yetkililerin umarsızca “dert anlatmaya çalıştığı”, ilgilerinden medet umduğu insanlar olarak, birbirimize olayın korkunçluğuna dair sözler söylediğimizi ve sivillere yönelik bu alçakça katliamı kınadığımızı anımsıyorum. Hatta o arada, bir İngiliz gazetesinin Rus kökenli bölgesel muhabiri, sokakta karşılaşsanız dönüp bir kez daha bakacağınız alımlı güzel kadın, kulağıma eğilerek, “ne dersin, Azeriler dünyanın desteğini sağlamak için kendileri yapmış olabilir mi?” demişti, belli ki sempati gösterdiği Ermenileri temize çıkarma kaygısıyla. Dönüp renkli gözlerinin derinliğine bakmıştım da, insanın içini titretmesi gereken bu güzel gözlerde, ruhu yansıtılamamış bir tablo figürü olmadıklarını gösteren en ufak işaret bile bulamamıştım. Bir kez daha, gözlerdeki derin renkliliğin, “iyi insan” olmanın ışıltılarıyla harmanlanmadığı sürece anlam taşımadığı dank etmişti kafama. Çok sonraları, bu gazeteci kadının, aslında bu olayı techir sırasında yaşanan Ermeni katliamına karşı rövanş olarak gördüğünü, hatta “bu kadarı az ” diyerek “üzüldüğünü” düşünmüştüm. Belki de Ermeni kökenliydi; belki kendi özel tarihinde, dedelerinin ya da ninelerinin oradan oraya gönderilirken nasıl katledildiğinin kuşaklar boyu anlatılan acı öyküleriyle büyümüştü. Belki de, aşiret kadınlarının küçücük çocukların eline silah verip kanlılarını öldürmeye yollamaları benzeri koşullanmışlıkla yetiştirilmiş, “bir gün katillerin tümünü temizleyeceğine” ilişkin yemin ettirilmişti. Ne var ki, bunların tümü ve bilemediğimiz bütün nedenler, gerekçeler böylesi donuk bir acımasızlığın gerekçesi olamazdı. Silahsız- savunmasız sivil insanların ölüleri arasında bile taraf tutulması, milliyetini aklıma bile getirmediğim masum bir sivilin gözümüzün önünde öldürülmesini izlercesine içimi yakmıştı. Geçmişte karşılıklı yaşanmış trajedilere tepki göstermek adına yenilerinin yaratılmasının yanında yer almanın, bir kadının dış görünüşündeki “görece” güzelliği bile, insanlık değerlerine karşı toptan bir ihanetin çirkinliğine dönüştürdüğünü düşünmüştüm. Neyse uzatmayalım; bu “ölüm manzarasını” gördüğümüzün ertesi günü, kanlı çatışmalara yol açan Dağlık Karabağ bölgesindeki, -o günlerde henüz Azerilerin elinde olan- Ağdam kentine gitmiştik. Hatırlıyorum da, Ağdam adı bana bir yerel ağız söyleyişi gibi geldiğinden, o zaman geçtiğim haberlerde hep “Akdam” sözcüğünü kullanmıştım. Ancak, daha sonra o ülkenin insanlarının tümünün Ağdam dediğini görünce ve bunu Akdam diye değiştirmenin ukalalık oluğunu anlayınca, ben de aynı “ağız”ı kullanmaya başladım.- Kadın ve çocukların boşaltıldığı Ağdam’a yakın mevzilerde Ermenilerle Azeriler arasında füzesiyle, kalaşnikofuyla, topuyla, çakaralmaz tüfeği, ateş almaz köhne tabancasıyla acımasız –küçük çaplı- bir –deyim yerindeyse- “köyler savaşı” devam ediyordu. Arada bir Rus tanklarının ortalıkta dolaşıp kendilerini gösterdiği, kanatlı Rus helikopterlerinin “keşif yaptığı” bir bölgede süren savaş küçük çaplıydı gerçekten. İki tarafın, toplasanız birkaç bin askeri ya da sivil milisi arasında yürüyordu ve ateşini düşürdüğü yerdeki –başka savaşlara göre- daha az sayıda insanı yakıyordu. Lakin, boşaltılmış köyleri, köy okullarının sınıflarındaki kara tahtalarda silinmeden bırakılmış, yalnızca dili farklı Azerice ve Ermenice çocuk yazılarını gördüğümüzde, en büyük savaşın, insanlığın en küçük biriminde, yani “tek insanın küçük dünyasında” olacağına dair düşünce kırıntıları geçmişti aklımdan. Bir iki yıl öncesinin kardeş Sovyet Cumhuriyetleri, bir gün bütün dünyayı sosyalist yapacağı umulan “Sosyalist Anavatan”ın bu eşit haklara sahip katılımcıları, o büyük güç dağılır dağılmaz birbirlerine düşmüşlerdi. Anlaşmazlıklar, toprak ihtilafları ve etnik çatışmalar, 70 yıldan beri sindikleri yerlerden çıkarak baş göstermişti. Bu hıncın ne zaman biriktiğini, ne zaman önüne geleni yakan bir ateş topuna dönüştüğünü, geçmişteki katliamlar şiddetle ve nefretle kınanırken, sivillerin kitleler halinde öldürülmesi noktasına nasıl gelindiğini herkes gibi biz de merak ediyorduk. Bizler, savaşın Azerbaycan cephesinde bulunmaktaydık. Aramızdaki İngiliz, Fransız, Amerikalı ve Rus gazeteciler, buradan sonra Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’ın elinde bulunan tarafına geçeceklerdi. Aslında biz de oradaki durumu da görmek, insanlarla konuşmak için Türkiye’deki Rus temsilcilikler aracılığıyla başvuru yapmıştık ancak bu yanıtsız bırakılmıştı. İşimiz, bu savaşa canlı tanıklık yapmak, olanları gözlemek ve dünyanın başka yerlerindeki sıcak yuvalarında olan biteni bir sinema filmi izlercesine seyreden insanları haberdar etmekti. Uzaklarda haberlerimizi dinleyen insanların büyük çoğunluğu, bu kötü durumu kendileri yaşamadıkları için şükreder, anlık üzüntüleriyle sağa- sola kafa sallayıp alışılmış günlük yaşamlarına geri dönerlerdi. Doğrusu bizler de, orada onca kan ve ateşin ortasında kalmamıza rağmen, kendimizi olayları korunaklı bir yerden izliyormuş gibi hisseder, savaşan taraflardan birine ait olmadığımız için, “bize bir şey olmaz” sanırdık. Hem de, dünyanın her çatışmalı bölgesine aynı amaçla giden sayısız meslektaşın, ilgileri bulunmayan savaşların adres sormayan mermilerine hedef olduğu haberleri ajanslara sık sık düşmesine, bizim de bunu bilmemize ve titizlikle uyarılmamıza karşın, böyle düşünürdük. O gün de önce Ağdam’ın üç-beş kilometre dışındaki mevzilere götürdüler bizi. Ardından, önünde ve arkasındaki zırhlı araçlar tarafından korunan bir minibüsle, “Ermenilerden alınan” bir köyü ziyaret ettik. Köyün sokaklarında dolaşırken, çevredeki tepelerden üzerimize ateş açıldı. Bizimle birlikte gelen sivil milisler karşı ateş açtılar, bizler de duvar diplerine sinerek korunmaya çalıştık. Çatışan taraflar arasında arasında uçuşan mermilerin, saplandığı kişiyi yok etmeye ayarlı kahpe kör kurşunların bize değmeyeceğinden hala emindik. Çünkü, yapacak daha çok işimiz vardı ve bu işleri tamamlamamız gerekiyordu! Ölüler, bitirmeleri gereken işlerini asla tamamlayamazlardı; bu yüzden ölemezdik! Şöyle düşünüyorduk: Çatışmaları görüp haber unsurlarına ve izlenimlerimize ait notları aldıktan sonra kent merkezine gidecek, bir daktilo, bir telefon, bir faks, bir görüntü geçme noktası bulacak ve haberlerimizi merkezimize ulaştıracaktık. İnanıyorduk ki, oraya dönmezsek uzaktaki insanlarımızın yaşamında bir şeyler eksik kalacaktı. Gördüklerimizi, yaşadıklarımızı, savaşı kimsecikler öğrenemeyecekti. Mevzilerden, ateş altında kalmamıza karşın o günün kabusunu da hasarsız atlattığımızı düşünüp, buna sevinerek Ağdam’a döndük. Ortalık kararmaktaydı ve gündüz nispeten yumuşak olan hava, şubat ayazına dönüyordu. Sokaklar bomboştu. Kadın ve 15 yaşından küçük çocuklar ile yaşlıların bir kısmı önceden daha güvenli yerlere gönderilmişlerdi. Yalnızca eli silah tutan erkekler vardı ve onlar da “post” denilen nöbet görevi olanlar dışında ya evlerine çekilmişler, ya da kahvehane, lokal gibi yerlerde muhabbete koyulmuşlardı. Ermenilere ait 5-6 kilometre uzaktaki Hankendi’nin ışıklarını görebiliyor, orada da durumun benzer olduğunu düşünüyorduk: Ermeniler de kadınlarını, çocuklarını, yaşlılarını evlerinde kalmalarının sakıncalarını göz önüne alarak “gerilere” göndermiş olmalıydı. Ağdam’a döndüğümüzde, bir polis karakoluna gideceğimizi, gece orada kalmamızın en doğru ve bizim için güvenli yol olduğunu söylemişlerdi. Karakola gitmek için sokaklarda yürürken iyiden iyiye üşümeye başlamıştık. Ellerimiz üşüyor, kulaklarımız ve burnumuzun ucu sanki donuyor, ağzımızdan çıkan soluk, küçük bir buhar bulutu yaratarak havaya karışıyordu. Ansızın, epeyce uzaktan geldiğini tahmin ettiğimiz ıslığa benzer bir ses duyduk. Önce belli belirsiz işitebildiğimiz ses, giderek yaklaşmaya ve şiddeti, saniyelerle ölçülecek bir sürede artmaya başladı. Bitmeyecekmiş gibi uzayıp yaklaşan metalik ıslığın ne anlama geldiğini, daha önce benzerini yaşamamış olanlarımız bile tahmin edebiliyordu. Arkadaşlarımızdan biri, korkudan mı yoksa üşümesinden mi kaynaklandığı belli olmayan titrek sesiyle “sanki çakal uluyor” dedi. Doğrusu, o anda kimsenin dağların kuytularındaki köylerin kış gecelerinde uzaklardan duyulan çakal ulumalarını falan düşünecek hali yoktu. Hepimiz, büyük bir ürküyle sığınacak yer arıyor, bir yandan da insanın karşı koyma gücü bulamadığı olaylara karşı içine düştüğü umarsızlık içinde, bu hain sesin nerede son bulacağını şiddetle merak ediyorduk. Merakımızda haklıydık sanırım: Çünkü bu merakımızın yanıtı her birimiz için yaşamsaldı. Sivil ve savaşın tarafı olmayan kişiler olarak sokaklarında dolaştığımız kentin göbeğine doğru gelişigüzel fırlatılan bir füze yaklaşıyor, yaklaştığını da ürperten ıslık sesiyle duyuruyordu. Islık, çok kısa süre içinde büyük bir patlama sesine dönüşüp son bulacaktı. İyi- kötü bugüne kadar sürdürmeyi başardığımız yaşamımız, ya bedenimizin de parça parça olmasıyla son bulacak ya da devam edecekti. Ölürsek ülkemize gönderilecek cansız bedenimiz, bizimle ilgili olarak artık hiçbir şeyi eskisi gibi yaşayamayacak yakınlarımıza teslim edilecekti. Füze başka yere düşer de kurtulursak, bu kurtuluşumuzun bedelini oradaki talihsiz insanlar ödemiş “gibi” olacaktı. İlla ki bazı yaşamlar sönecek, insanlar yok olacak, yaptıkları binalar yıkılacak, eşyalar ve kurdukları bütün düzen zarar görecekti. Sesin son bulmasına kadar var olan birkaç saniyelik zaman, bize ancak yok edeceği yeri merak etme olanağı verebiliyordu. Füze, büyük bir gürültü çıkararak, birkaç sokak ötemize düştü ve patladı. Sonra, o an orada olmaktan başka hiçbir suçu olmayan insanların canhıraş çığlıklarını duyduk. Herhalde, birileri can vermiş, kimisi de hayatı boyunca izlerini taşıyacakları yaralar almıştı. Füzeyi fırlatan “taraf” belliydi de, ateşleyenin kim olduğundan herkes habersizdi. Orada, beş- on kilometre uzakta bir “düşman askeri” işte! Birkaç yıl öncesine kadar selamlaşılanlardan, düğününe, cenazesine gidilip sevinci ve acısı paylaşılanlardan biri. Komşu köyün çocuğu belki de, aynı ana dil konuşulmasa da. Bir kahvede oturulup iki çift laf edilse, sempati duyabileceğiniz, sade, sıradan bir –eski- yurttaş ! Ama, şu anda, hedef aldıklarının eline geçerse kesinlikle sağ bırakılmayacak bir düşman askeri, bir katil! Füzeyi, belki yalnızca kendisine komut verildiği için hiçbir şey düşünmeden, ya “düşmanları” katlederek vatanına hizmet ettiğine –içtenlikle- inandığından dolayı, ya da tanımadığı insanların ölümüne yol açması nedeniyle içi burkularak, belki de “düşman sayısının azalmasına sevinerek” ateşlemişti. İnce hesaplarla, kasabanın tam göbeğini hedef alarak, gözünü bile kırpmadan ateşlemişti. Gözünü kırpsa, ah bir kırpabilse, hedefi şaşırabilse, füzeyi kentin dışındaki boş bir alana düşürme “insanlığını” gösterebilse kimse ölmezdi ve cinayetler için harcanan paranın hiç olmazsa bir kısmı boşa gitmiş olurdu. Gerçi hedefte herhangi bir yerde karşılaşsa öldürmeyi aklından bile geçirmeyeceği, kimbilir, bir kısmını tanıdığı ya da tanımadığı, iyi mi yoksa kötü mü olduklarını bildiği ya da bilmediği insanlar vardı; ama savaşlarda “cana geleceğine mala gelsin” sözü tersine dönerdi. Mal için canlara kıyılır, halkın alın teriyle satın alınan katil silahlara ödenen paranın “boşa gitmemesi” sağlanırdı! Beklenen patlama olduğunda kentten, kimsenin duyamayacağı sessiz çığlıklar , yükseliyordu. İnsanlar, füzenin hedef gözetmeden yönlendirildiği kentin bahçelerin içindeki taş evlerinde, duvar diplerine sinmiş, bodrumlara inmiş, bir köşeyi siper almışlar, piyangonun bu kez de kendilerine çıkmaması için tanrıya yakarıyorlardı! Patlamayı sözcüklerle tanımlamak olanaksızdı. Kulaklarımızı sağır eden mi desek, gövdemizin her hücresini titreten mi desek, yüreğimizde korku dağları yaratan, beynimizde dehşet uçurumları açan bir ses mi desek!? Dediğim gibi, bizim için önce görev gelirdi! Bir yandan görev bilincimizle, bir yandan da öteki meslektaşlarımızdan geri kalmama duygusuyla ,hep birlikte patlamanın olduğu yöne koştuk. Kısa süre sonra oraya ulaştığımızda, çöken bir evin enkazında kimi kısmen görünen, kimi açık alana çıkmayı başarıp oracıkta can vermiş taze ölüleri gördük. Beş-on dakika önce bazıları bizim gibi saklanacak yer arıyor, bir kısmı ise sığındıkları yerin kendilerini korumakta yetersiz kalacağından, güvensiz saklanmalardan kaygı duyuyordu. Kendilerine çıkmaması için tanrıya yakardıkları piyango, ne yazık ki onları boş geçmemişti. Kopan kollarını artık gövdeye bağlamayacak omuz başlarından fışkıran kanın kokusunu duyduk; bundan böyle hiçbir gövdeyi taşımayacak olan ayakları, kimseye karşı heyecan duyup hızla atmayacak yüreklerin barındığı hareketsiz göğüsleri gördük. İnsanların birbirini ayrım yapmadan sevmesi ütopyasının en azından yaşadığımız o “an” için yeryüzünden silinişine tanık olduk; kötücül urların insan toplumunun bünyesini istila etme tanıklığının verdiği acıyı yaşadık. Huzurlarında saygıyla durduğumuz ölüler için her şey bitmiş, yaşam sona ermişti artık. Bundan sonra kalanların ne yapacağıyla ilgilenemez, kimin hangi güçlerle işbirliği yaparak kendilerini katlettiğini merak edemezlerdi. Yaşam alanları olan kentlerinin ya da köylerinin, bağlarının- bahçelerinin- verimli topraklarının düşman eline geçmesi olasılığından kaygı duyamazlardı. Yalnızca yarım kalmış bir merakla, açık kalan gözlerine yerleşmiş, boşluğa bakan korkulu merak ifadesiyle öylece, bize veda ettikleri andaki gibi hareketsiz kalırlardı. Onları bu halleri düşürenlere karşı kızgınlık bile duyamazlardı; çünkü, anılarını yalnızca kendilerini tanıyanların giderek silikleşecek belleklerine terk etmişler ve başkaları başka yerlerde hayal bile edemeyecekleri güzel yaşamlar sürerken, sanki hiç var olmamış gibi çekip gitmişlerdi aramızdan. * Patlamadan kısa süre sonra insanlar önce ürkerek usul usul sokaklara çıktılar. Az sonra da komşularının ne halde olduklarının bilincine varıp, yaralanmadıkları için duyumsadıkları küçük rahatlamalarını içlerine gömerek, büyük bir telaşla isabet alan eve koştular. Önce bıktırıcı bir sessizlik ve durgunlukla başlayan, kısa süre sonra ufacık bir olay üzerine senaryoda yer alan tüm karakterlerinin harekete geçmesiyle inanılmaz tempo kazanan bir sinema filminde rastlanabileceği gibi, ansızın bir vaveyla koptu. Bir yandan yerlerde yatanları ve enkaz altındakileri sağ kurtarabilmek için polis ve askerlerle birlikte canla başla uğraşırken, bir yandan da gökyüzüne kulak kesilmiş, yeni bir ıslık sesinin başlayıp başlamadığını kontrol ediyorlardı. Bir süre sonra ölüler ve yaralılar kaldırıldı ve çevredekiler, yeni saldırıların olup olmayacağı konusunda tahminlerde bulunarak evlerine dağıldılar. Polisler de, daha önce aldıkları talimat uyarınca, bizi geceyi geçirmemiz için karakola davet ettiler. Haberlerimizi, görüntülerimizi merkezlerimize iletecek olanağımız yoktu. Avrupa Yayın Birliği, bulunduğumuz yerden 30- 40 kilometre uzakta bir yayın merkezi kurmuştu, ancak şehirden çıkışımıza izin verilmediği için oraya ulaşamıyorduk. Kentin telefon santralinden ise yalnızca eski Sovyet ülkeleriyle ilişki kurulabiliyordu. Sonunda Moskova’daki Türk gazetecilerle bağlantı kurmayı başardık ve haberlerimizi onlar kanalıyla Türkiye’ye iletebildik. Karakoldayken, birkaç füze daha fırlatıldı Ağdam’a. Ancak, isabet alan yerlere gitmemize de izin verilmedi. Karakol amirinin odasında, öteki odalardan getirilen sandalyelere sığışarak bekledik. Yiyecek bir şey yoktu, yer de yoktu. Azeri polislerden yakında oturanlar, evlerinden yiyecek getirip ikram ettiler. Bir süre sonra da, nöbetlerini devreden polis ya da bekçiler, bizleri küçük gruplar halinde, artık kadın ve çocukların olmadığı evlerine davet ettiler. Biz de üç kişi öteki meslektaşlarımızdan ayrılarak bir bekçinin evine gittik. Etrafı taş duvarlarla çevrili, bahçesinde bir su kuyusu ile meyva ağaçları ve asmalar bulunan bu “köy evi”nde geçireceğimiz gecenin, ömür boyu aklımızdan çıkmayacağını henüz bilmiyorduk. * Yemyeşil bahçeden geçip eve geldiğimizde, kapıyı 70- 80 yaşlarında gösteren bir adam açmıştı. Kısa kesilmiş saçları bembeyazdı ve pos bıyıklıydı. Bizi davet eden Azeri bekçinin babasıydı. Güleryüzle buyur ettiğimiz evde, biri kırk-elli , ikisi de de onsekiz-ondokuz yaşlarında gösteren üç kişi daha vardı. Bunlardan daha yaşlıca olanı öteki oğlu, gençler ise torunlarıydı. Evin kadınları ülkenin iç kesimlerine gönderilmişler, adının Elşad olduğunu öğrendiğimiz yaşlı adam ise, buradan ayrılmayı reddetmişti. Kendisine Elşad ağa diye seslenmeye başlamıştık. Elşad ağa, sözcüklerin yarısını anlayamadığımız Azeri diliyle korkmamamızı istiyordu. Ermenilerin yolladığı füzelerin hedef aldığı bölgenin değişik olduğunu, onların öncelikle askeri tesisler ile karakollar, tren istasyonu, hükümet binalarını tahrip etmeye çalıştıklarını, asıl oralara yakın evlerde oturanların tehlike içinde bulunduklarını söylüyor, rahatlatmaya çalışıyordu. Evdekiler hemen bir yemek masası kurdular. Üzerini çeşitli yiyecekler ve votka şişeleriyle donattılar. Büyük tencerelerde pişirilmiş, kadın elinden çıkmadığı belli yemekler yedirdiler. Sonra, iki torun, gocuklarını ve papaklarını giyip salonun bir köşesine dayadıkları kaleşnikovlarını alarak “post” dedikleri nöbet yerlerine gittiler. Elşad ağa, önümüzdeki küçük votka kadehlerinin doldurulmasından sonra, şerefimize kadeh kaldırdı. Oralarda hep yapıldığı gibi, kadehleri kafamıza dikip bir kerede bitirdik. Sonra ikinciler, üçüncüler geldi; amaçladığımız gibi korkumuz azaldı; alkolün de etkisiyle daha iyi anlaşmaya başladığımız ev sahiplerimizle muhabbet koyulaştı. Muhabbetimizin konusu, kolayca tahmin edileceği gibi, savaş, füzeler, bombalamalar ve ölümdü. Elşad ağa, içtikçe açılıyor, açıldıkça daha ilginç şeyler anlatmaya başlıyordu. Fotoğraflardan tanıdığımız eski Rus bolşeviklerininkilere benzeyen pos bıyıklarını sıvazlayarak anlatıyordu. Bir ara sözü, bugünlerden çok eskilere, hiç birimizin henüz doğmadığı zamanlara taşıdı: “Bilir misiniz?” dedi, ”Dünya savaşında Stalin’in askeriydim! Kızılorduyla Berlin’e kadar gittim. Berlin’i biz aldık! Kızıl bayrağı yuvalarının üstüne diktik!” Hiç beklemediğimiz bu bilgilenme karşılığında şaşırmıştık doğrusu. Nereden nereye; biz buraya bir bölgesel savaşı izlemek için gelmiştik; karşımıza geçmişteki en kanlı büyük savaşa katılan biri çıkmış, bize o günlerden söz ediyordu. Hem de savaşın sonunu, nazi imparatorluğunun bütünüyle yıkılışını simgeleyen bir olayı anlatıyordu. Aklımıza hemen, Berlin’in Kızılordu tarafından alınışını simgeleyen 2 Mayıs 1945’te çekilen ünlü fotoğraf gelmişti: Nazi imparatorluğunun kalbi Alman Meclisi Reichstag’ın kulelerinden birine orak-çekiçli kızıl bayrağı diken kızıl ordu askerinin o ünlü fotoğrafı. Elşad ağa, işte o fotoğraf çekildiği sırada aşağılarda bir yerde olduğunu söylüyordu. “O savaşı anlatmak hiç kolay değil!” diyordu. “Savaşlar anlatılmaz, yaşanır aslında. Kan, ölüm, gözyaşı, acılar, taş taş üstüne konarak yapılan her şeyin yerle bir olması, insanın hayatı boyunca biriktirdiği bütün iyi duyguların, bütün değerlerin yıkılması anlatılamaz. Savaşlarda çokluk kötü şeyler yaşanır, en iyi adamlar en berbat işleri yaparlar ve bunlar anlatılmaz. Bir çok şeyi yalnız onları yaşayanlar bilir!” Elşad ağa, Berlin’e yakın yerleşim yerlerinde, kenti durmadan döven devasa toplarla gökyüzünden hiç eksilmeyen uçakların yağdırdıkları bombaların cehennem gürültülerini andıran seslerini dinleyerek günlerce beklediklerini söylüyordu. Yabancı bir kentin kendilerine ait olmadığını her an hissettikleri boşaltılmış binalarında kurulan geçici kışlalarda, acıyı, sevdayı, hüznü ve özlemi unutarak, hiçbir duyguları kalmayan, geçmişlerine ilişkin hatıraları ve geleceklerine dair umutları olmayan insanlar olarak rahatsız uykulara daldıklarını anlatıyordu. “İnsan olmaktan çıkmıştık sanki!” diyordu. “Katettiğimiz uzun yolun ve girdiğimiz sayısız çatışmanın ardından, dışardan bakıldığında kelle sayısı ve birer künyeden ibaret kalabalıklar haline gelmiş gibi duruyorduk!” Dediğine göre, birliklerdeki parti komiserleri, morallerini yüksek tutmak ve gevşemelerini önlemek amacıyla her gün saatlerce eğitim çalışmaları yaparlarmış: Hitler’i anlatırlar, nazilerin zulmünü ve emekçi halklara ne denli düşman olduklarını usanmadan tekrarlayıp dururlarmış. O günlerde, henüz yahudilere neler yapıldığını, toplama kamplarını, gaz odalarını bilmiyorlarmış. Lenin Baba’nın çocukları, Stalin yoldaş’ın neferleri olarak sosyalist anavatanı ve dünya proleterlerini bütün insanlık adına kurtarmakla görevli oldukları söyleniyormuş yalnızca. Ama bu anlatılanlar hiç de yüreklerini büyük heyecanlarla doldurmuyormuş. Tek düşündükleri, şimdi yaptıklarının ardından az sonra ne yapacaklarıymış! Bütün hayatlarını artık hiç bir şeyin asla eskisi gibi olmayacağı biçimde değiştiren kahrolası savaşın bir gün biteceği umudu, zaman gelip kaf dağının ardında bıraktıkları ülkelerine dönecekleri umudu, orada bıraktıkları masum çocukluklarına, ana-babalarına, imkansız aşklarına kavuşma umudu yokmuş; çünkü, neredeyse dünyanın öteki ucunda bulunuyorlarmış. “Savaşan askerler, her yerde yalnızca değişik dil konuşan birbirinin tıpa tıp benzeri kişilerdir”, diyordu kaba saba köylü görüntüsünün altına kendini ustalıkla gizlemiş bir bilge edasıyla. Yani, dünyadaki ordu komutanlarının istisnasız tümünün tanımıyla “savaşı kazanacak tek er” niteliği taşıyan her asker, aslında duyguları, düşünceleri ve yaklaşımlarıyla aynı kişiymiş. “İnsanları tek tip haline getirmeyi hedefleyen hiçbir rejim bunu başaramaz, ama savaş yapar bunu” diyordu. Zaten askere alınan birine, önce koca bir kumsalda yalnızca bir kum tanesinden ibaret olduğu, rüzgarın denize savurması halinde, bunun kumsal için hiç bir şey ifade etmeyeceği öğretilirmiş. Askere en yakın arkadaşıyla birlikte gitse bile insan, üniformasını giyince onu ilk görüşte oradaki binlerce askerden ayırt edemezmiş. İnsan, aynaya baktığında kendini bile ayırt edemezmiş öteki binlerce kişiden. Yat dediler mi yatar, kalk dediler mi kalkar, yürü dediler mi yürür, ateş et dediler mi ateş eder, öl dediler mi ölürmüş. Savaşı, düşman cephelerden “daha az ölen tek er” kazanırmış. Yitiren de savaş meydanındaki tek er okurmuş yine ! Kazanan ve yitiren tarafların halkları ise külliyen mahvolurmuş! Almanya Sovyetlere saldırmış, yakmış, yıkmış. Sonra Sovyetler Asya’nın en uzak uçlarına kadar uzanan halklarıyla toparlanmış, Almanları defetmiş yurtlarından, kovalamış, Bu kez de onlar Almanya’yı yakıp yıkmış. Her iki taraftan ölen askerin haddi hesabı yokmuş. Tabii ölen sivillerin de! Ama kalanların işi daha da zormuş! Bir yandan ölenlerin kanıksanmış acılarını yüreklerinde taşırken, bir yandan yaşamak için, o güne dek kendilerine yerleştirilmiş değerlerin tümünü bir paspas gibi çiğneyerek en olmadık işleri yapmışlar ya da akıl almaz davranışlara en savunmasız halleriyle boyun eğmek zorunda kalmışlar. Stalin’i öldürmek için saldıran Hitler sonunda kendini yok etmiş. Yitik ülkenin şa’şaalı günlerinde insanların uyutulmuş kalabalıklar halinde peşinden sürüklendikleri Führer’in cesedi yakılırken, bizim Azeri kızılordu askeri, Elşad ağa, bundan habersiz, tüm dikkatini her an beynine bir kurşun sıkabilecek olan yıpranmış, tükenmiş, bitmiş ve de çoğunun yaptıklarından pişmanlık bile duyamayacak kadar az ömrü kalan nazi üniformalı askerlere veriyormuş. Sonradan çok düşünmüş nazi üniformalı bir askerle arasındaki farkı ve benzerliği. Öldürmek üzere vücuduna kurşun sıkarken, umutsuz, çaresiz bakışıyla yalnızca bir an için kendisiyle bir bağ kuruveren askeri düşünmüş çok sonraları ve korkunç benzeştiklerini görmüş ürpererek. Askere alınmaları, giderken kafalarında kazanılacak zaferi hayal etmeleri için eğitilmeleri, geride bıraktıkları çoluk-çocuk, nişanlı, ana-baba hep aynıymış yahu! Birinin o yanda ötekinin bu yanda olması rastlantıymış yalnızca. Tersi de olabilirmiş. Savaşan askerler birbirine düşman olmazmış aslında, öyle dedi, ordularmış düşman olanlar. Savaşan askerler, bir oyunun gereklerini yerine getiren oyuncularmış, çünkü birbirlerine karşılaşmadan önce kişisel anlamda verdikleri zarar, aralarında her hangi bir husumet yokmuş. Karşı karşıya geldiklerinde birbirlerini öldürmeye çalışırlarmış, ama bu yalnızca oyunun gereğini yerine getirmekten ibaretmiş. Savaş bitince, o düşman askerine karşı düşmanlık değil, yaşamın herhangi bir noktasına yolları kesişen insanların birbirine duyabileceği garip yakınlık hissedilirmiş. Hitler ölürken, geniş bulvarları bombardıman uçaklarının yerle bir ettiği binaların enkaz ve tozlarıyla soğuk gri bir havaya bürünmüş Berlin’de uzun süre çarpışmışlar nazi askeri ile. Elşad ağa, en kanlı çarpışma anlarında bile nazi askeri ile aynı şeyi düşündüklerinden adı gibi eminmiş: Bütün bunların bir an önce bitmesini, bu “anın” da artık geçip gitmesini; bir duvar dibinde herhangi bir yerden gelebilecek kurşunun korkusu olmadan başındaki yüzlerce ton ağırlık veren kask’ı çıkarıp bir yana koyup oturmayı, sadece ve sadece derin bir soluk alabilmeyi.” O anı atlatıp o derin soluğu alabilen asker, yaşamaya geri dönmüş olurmuş. Yaşamaya geri dönmenin ardından, yavaş yavaş gözünü açarmış asker, çevreye bakmaya başlarmış. Düşman askerinin nereden nasıl vuracağına değil de çevreye merakın başlaması, yaşama dönüşün asıl göstergesiymiş. Karşıda yerle bir olmuş bir bina,sokakta yatan dost ve düşman üniformalı ölüler, kesilen silah seslerinin ardından toz duman arasında giderek daha net duyulan inlemeler,ağlamalar. Nedense böyle anlarda hep gri olan ya da öyle görünen gökyüzü. Esir alınan düşman askerlerinin, esir alanların silahlarının gölgesinde elleri havada bir yerlere götürülüşleri. Götürenler ve götürülenler “o an”ın dışında hiçbir şey düşünemezmiş. Sonra, yıkıntılar arasından ya da ayakta kalabilmiş binaların kapılarından, ellerinde kirli beyaz bezlerle siviller, kadınlar ve çocuklar belirirmiş. Ağlayan, yalvaran, umutsuz, teslim olmuş kadınlar ve çocuklar. Ellerinde silahları, üstün düşmana karşı kendilerini savunacak kimseleri ve araçları bulunmayan, cephelerde yitirdikleri babalarından-çocuklarından-kocaları ya da sevgililerinden umutlarını kesmiş insanlar. Bu anlar, sevginin, acımanın, özlemin, insanca duyguların hayatın hiçbir yerinde olmadığı anlarmış. Çaresizliği hem kazanan hem yitiren yaşarmış. Sonra, savaşırken unuttukları kayıpların bilinçaltına kazıdığı kin ve intikam duyguları öne çıkan kazananların yitirenlere karşı, hayvanca olup olmadığını bile akıllarına getirmedikleri, saldırıları başlarmış. Kazananların tarafındaki, kim bilir geçmiş hayatlarında en iyi huylu, en dürüst, en ırza ve namusa değer veren insanlar, ele geçirdikleri yıkık, bitkin, savunmasız kentin, savaşa yolladıkları kocalarının yadigarı çocuklarına yiyecek birşeyler bulmak için yıkıntılarla dolu sokaklarda fare ve kuş avına çıkan kadınlarına acımasızca saldırır; bir yıkıntının kimse tarafından görünmediği sanılan tarafına çeker ve bir kedi ya da köpekten farksız biçimde çiftleşirlermiş, artık direnemeyen ve hiçbir şeyin değerinin kalmadığını bakışlarıyla belli eden bu kadınlarla. Ya da, artık sahip oldukları hiçbir değeri kalmamış kadınlar, genç kızlar, sokaklarda kendilerine azıcık yiyecek verecek düşman askeri ararlarmış. Daha önce sürdürdükleri yaşam tarzlarının, yaşam standartlarının hiçbir önemi olmazmış onlar için. Berlin’de de böyle olmuş, Hitler ölüp cesedini yaktırırken ve anlı-şanlı, süslü-püslü üniformalarıyla bu kentten dünyayı almak için uğurlanan nazi askerleri uzak toplu mezarlara defnedilirken ya da esir kamplarında düşman askerlerinin konuştuğu dilden birkaç kelime öğrenip derdini anlatmaya çalışırken. Savaşın yıktığı ya da aç sefil bıraktığı Sovyet şehirlerinde yıkımı ve ölümü aşabilen çocuklarını kızılordu ile uzak diyarlara yollamış kadınlar, onların sağ kalmayı başarabildikleri uzak ve yabancı şehirlerdeki kadınlara neler yaptıklarını asla öğrenememişler. Coşkun Kartal Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR