Son Ubıh da ölünce / Tuğrul Keskin
Geçen hafta “itirazın dili” üstünden konuşmuştuk hatırlarsınız, bu hafta da “anadil”ler üstünden konuşmayı sürdürelim istedim. Çünkü dünyanın pek çok yerinde, anadillerin konuşulmasına karşı oluşturulmuş şiddet dilini anlamakta zorlanıyorum. Bunlardan biri de Güney Azerbaycan'da (İran Azerbaycan'ı) Azerice konuşan 35 milyonu aşkın insana yönelmiş şiddet ve dili... Öylesine acıklı mektuplar alıyor, öylesine acıklı öyküler dinliyorum ki, üzülmemek elde değil... Hoş ülkemizde “dil” üstünden yaşanan acılara bakınca, “alıştık” diyeceğim ama, acıya da alışılmıyor... Düşünün şöyle bir, insan içine doğduğu dilin emaneti değil midir yeryüzüne? Kuşkusuz ki başka başka zenginliklerle ama asıl olarak da dili üzerinden kendisinden öncekilerle, onların yüz yıllar, belki de bin yıllar süresince biriktirdiklerinin emaneti... İlk çığlığından, ilk şarkısına, acı hissini ifadesinden, bağırmasına, belki de çıkıp dağların yücesine, açarak bağrını coşkun rüzgarlara dile getirdiği ilk hasretine, ilk kez seni seviyorum demesine, içinde ağlayan ilk seslere, gülümsemesine... Yani insan bütün çağrışımlarıyla, şiirine emanettir yeryüzünün. Bazen de dil insanın minnetidir kendisine. Dilden kastım tek başına konuşma, yazı, yahut görsel dil değil elbette. Ama izninizle daha içlere çekilerek, bireyin kendisiyle konuşma diline eğilip bakalım istiyorum. İnsanı kendisine karşı bilinmez olmaktan çıkaracak tek şey, kendisiyle kurduğu dille mümkündür elbette. Bireyin kendisiyle kurduğu dil sahicileştikçe, doğaldır ki yaşamının bütün alanlarında derinleşir. Kendisinden başlayarak karşısındakiyle; ağaçla, taşla, ırmakla, dağla, gülle, denizle, karacayla, kunduzla ve Afrika’da ölenle, Asya'dan bakanla, Antartika'da üşüyenle... Yani dünyanın dışına itilmiş, ezilmiş, susturulmuş, dövülmüş, görülmemiş, sövülmüş, kovulmuş, sömürülmüş olanlarla ve kainatta hiç duyulmamış seslerle, olabildiğince sahici konuşabilme, buluşabilme olanağı bulur ki, dil, insanın kendisinden başlayarak bütün bir kainata minnetidir aslında. Çoğu zaman da dil, insanın çekebileceği en derin, en sarsıcı acıdır. Doğaldır ki hayata doğduğunuzda bir dilin içine doğarsınız. Bu sizin kulağınıza fısıldanan en eşsiz sırdır aslında. Annenizin akan ırmaklardan, gökyüzünden ve babanızın kekik kokan, kar kokan dağ rüzgarlarından ödünç alarak kulağınıza fısıldadığı; yaşamda derinleşmenin yöntemidir diliniz. İşte bu sunulan, o andan başlayarak sizin anadiliniz olur. İnsan için kalbin atışı, gözün görmesi, gönlün sevmesi ne ise anadili de odur, en az onlar kadar önemlidir yaşamı boyunca. Hiç şüphesiz rüyalarınızı ana dilinizde görürsünüz. Ağlayışınız mutlaka ana dilinizdedir. Kahkaha eğer ana dilinizle atılıyorsa eşsiz güzelliktedir. Siz bu dille büyür, bu dille çalarsınız komşu bahçeden kaysıları. Bu dille dizlerinizi kanatır, bu dille öğrenirsiniz bisiklete binmeyi. İlk heyecanı bu dille duyarsınız, bu dille aşık olursunuz. Şiirler yazarsınız, şarkılar söylersiniz, sever yahut sevişirsiniz bu dille. An gelir hatırlatır gerçeği doğa ve siz yine o dilin içine ölür, o dile gömülürsünüz. Yani ki her kavimden insan için ana dil, yaşadığı iyi, güzel, anlar kadar vazgeçilmezdir. Bu bağlamda bir dilin, bir başka dil üstündeki egemenliği kabul edilemez. Asla unutmamalıyız, anadilinden koparılmış bir insan, hayatın has bahçesinden koparılmış çiçek gibidir ve bir daha sonsuzca güzel renklerle açamaz Hatırlayanlarınız olacaktır, doksanlı yılların sonunda bir gazete haberi şöyleydi; “Paris'de Ubıh dilini konuşan son insan da öldü.” Ubıh'ca Kafkaslar'da yaşayan bir halkın konuştuğu dildi ve işte son Ubıh da ölmüştü. bu ölümle derin kederlere düşmüş, sonsuzca üzülmüştüm ve bütün bir yer yüzü üzülmeliydi. Çünkü o ölen son Ubıh’la birlikte, Ubıh dili de tarihin zalimlik, vefasızlık sayfasında yerini almıştı Ana dilin korunması şüphesiz ki bir arada durabilmenin de en belirleyici ögesidir. Bir gün içine doğduğunuz topraklarınız, anayurdunuz işgal edilebilir. Bu zalimlikler çağında pekala mümkündür. Savaşır, geri alırsınız topraklarınızı. 1920'lerden başlayarak, yakın coğrafyaya ve yakın tarihimize bakın şöyle bir, bunu görceksiniz. Anayurdumuz emperyalistlerce işgal edilmişti ve eşsiz bir savaşla geriye alındı ve her zaman alırsınız da. Fakat anadiliniz işgal edilirse, anadilinizi konuşamaz hale gelirseniz bir gün, asimile olur, tarih sayfasından çekilirsiniz. Tıpkı o son Ubıh'ın halkı gibi... Hep söylüyorum; eğer Türkçeyse benim anadilim, yahut Azericeyse, şu zalimlerin savaşları, şu vahşilerin şiddeti, şu vicdansızların dünyası izin versin de, bana Aras’ın sularından, Hiyo dağının ve Ağrı'nın deli rüzgarlarından ödünç alınarak, armağan gibi sunulmuş bu ana dilimin içine öleyim ben de. Ama böyle olsun Maon’da, Aborjini böyle olsun. Kızılderili, Lopon, Astek, Maya, Keldani, Süryani, Ezidi, Gabertey, Kıpçak, Aphaz, Çerkez, Kürt, Arap, Acem, kim ama her kim varsa yer yüzünde, kulağına fısıldanmış o ilk dille var olsun. O ilk dille seslensin sevdiğine... Diller kaosunu, diller şenliğine dönüştürelim böylece. Çok mu şey istiyoruz yaşamdan? Çok mu şey istiyoruz bu zalimler dünyasından? Tuğrul Keskin
YORUMLAR