Rücu / Nilgün Çelik
Elini kapı ile çerçevesinin arasına koyup, kapatmasına izin vermedi. Bir hamlede içeri girdi. Kapıda beyaz güllerden yapılı çelenk pat diye yere düştü.
“Sana yapma demiştim, nasıl olacak artık, nasıl?”
“Çık” dedi Aslı boğuk sesiyle. Arkasını döndü.
“Çık odadan, gelinliğimi çıkaracağım. Yeni yepyeni bir hayatım var. Başladım bak, başardım.”
Ecem söylenenleri duymadı. Odadaki eşyaların kendinden emin duruşu gücünü azaltıyordu. İlk kez kral dairesi görüyordu. Yatağın fırfırlı süt beyaz örtüsüne baktı uzun uzun. Üzerine bir yığın kırmızı gül konmuştu.
“Sultan Han’a hazırlanmış burası” diye mırıldandı. “Ama sen kırmızı gül sevmezsin. Aslı sevmezsin. Sev-mez-sin!”
Havaya asılı bir sürü balon arasından Aslı’nın yüzünü aradı. Eliyle savurdu balonları sağa sola. İçi yandı. Midesinden boğazına yayılan bir yangın. Kalbi dönülmez gidişlerin yasında. Elini kolunu koyacak yer bulamadı. Gözlerini saklayamadı. Bir odanın bir Aslı’nın iştihamına bir de kendine baktı. Düğüne geliyor gibi değil hırsız gibiydi. Kot pantolonunun üzerine giydiği bluzu bari gösterişli olsaydı. Yakası kendini bırakmış, solmuş. Ayakkabıları kendini en rahat hissettiği düz babet, nasıl da rahatsız ediyordu şimdi. Utandı kendinden. Gelinin arkadaşı olmaktan. Aslı’nın yanına camın önüne yönelirken yüksek sesle,
“Ben onun arkadaşı değilim!” dedi. Bacakları titriyordu. Halının üzerine düşüp kalkamamak onu bu olanlardan daha çok korkutuyordu. Yönü cama doğru konmuş sırtı uzun berjere oturmak istedi. Masaya tutundu. Sürünür gibi koltuğa yaklaştı. Bir yanı orada ne aradığını soruyor diğer yanı olduğu yere mıhlıyordu.
“Yapamazsın Aslı, yapma. Gel gidelim, kimsenin bizi tanımadığı yere gidelim.”
Aslı’dan gelen ses sadece gelinliğinin çıkardığı sesti. Odada durmadan yorulmadan volta atıyordu. Derin derin nefes alıyor, veriyor ama ağzından tek cümle çıkmıyordu. Bacaklarındaki titremeyi unutup yanına geldi, saçlarını okşamak isterken Aslı başını ters yöne çekti, döndü,
“Sanki denemedik!”
Ecem gözlerini tavanla Aslı arasında şöyle bir dolandırıp birkaç defa öksürdü.
“Bu kez bambaşka olacak!” Başka bir cümle gelmiyordu diline. Bu odanın görkemi bile yeterdi Aslı’nın dönmemesi için. Öyle ya marketler zincirinin veli hattıydı artık kocası. Niye dönsündü ki? Meyve tabağına uzandı, almadı. İçi yanıyor ama nasıl söndüreceğini akıl edemiyordu. Belki sadece onunla bu odadan çıkmak… Derin bir nefesle kuruyemiş tabağını eline attı, sakin sakin fındıkları ayırdı, bir bir ağzına attı. Yemiyor oynuyordu. Aslı konuşmadan hala odanın içinde geziniyor, tafta kumaşın çıkardığı sesle kavga eder gibi daha hızlı dolanıyordu. Durdu, ayakkabılarını fırlattı. Biri kapının önüne, diğeri yatağın üzerindeki güllerin arasına düştü. Ecem, uzandı ayakkabıyı aldı, okşadı.
“Ooo Borgezie!, incinmesin Sindirellamın ayakkabısı. Kocan bir servet mi ödedi bunlara?”
Aslı cevap vermedi. Bir iki adım daha gezindi odada. Cam kenarına geldi. On ikinci kat. Pencereye avuç içlerini bastırdı, alnını dayadı. Ankara ışıklı ve sessiz.
“Bari düğüne geliyormuş gibi giyinseydin” dedi. “Davetliden menüye, masadaki kaşık çataldan içilecek suya kadar, masa örtülerinden peçetelere kadar hepsinin mükemmelini, marka olanını istedim, yaptım da. Sen ne yaptın, ara sokaklarda ciğer bekleyen kediler gibisin şu haline bak.”
Ecem’in yüzü alev alev yanıyordu. İpte sallanan balonlardan birkaç tanesini tuttu, camı araladı, gecenin karanlığına bıraktı. Aslı’ya:
“Sen de bu balonlardan birisin. Unutma!” dedi.
Ne Ecem’in bağıra çağıra gidişini duydu, ne de damadın arkadaşlarıyla gelişini. Ama Ecem, damatla koridorda göz göze gelmiş, bacağına bir tekme atmaya yeltendiyse de atamamıştı.
Damadı arkadaşları içirdikçe içirmiş sonra da yumruklayarak odaya itivermişlerdi. Düşer gibi oldu. Aslı’nın yüzüne bakmadan gitti, görev bilip şampanyayı açtı. Odada aranır gibi bakındı. Karısını odada zar zor görünce, kadehini titreyen elleriyle havaya kaldırıp,
“Şerefine karıcığım, şerefimize” dedi.
Aslı, kadehe uzandı bir yudum alıp sırtını döndü, gelinliğin fermuarını açmasını istedi.
“Öyle ya ben damadım ve bu görev benim. Ben açacağım.”
Ağır ağır, önce kollarını çıkardı, sonra bedeninden aşağıya sıyırdı gelinliğini. Jartiyeriyle, duvağıyla roma tanrıçası gibi duruyordu. Odada hızlı hızlı alıp verdikleri nefesten başka bir ses yok. Aslı, masadaki kadehten bir yudum daha aldı. Hiç acele etmeden jartiyerini de çıkardı. Duvağını şöyle bir okşayıp tek tek filketelerden ayırdı. Annesinin özene besene aldığı “en güzeli olsun en mükemmeli olsun, olsun” diye günlerce arayıp sonunda Amerika’dan sipariş ettiği ipek beyaz geceliği eline alıp seyretti. Göğüs dekoltesine bakıp “Çok da gerekliydi bu ayrıntı, bu kadar seksi olmazsa bu gece beklenen olmaz değil mi anne?” Yavaşça giydi. Memelerini kapatıyor gibi görünse de zarif danteli hiç de kapatmıyor çataldan ikiye ayrılıp bebek tenini daha da belirginleştiriyordu. Kasıklarına kadar uzanan yırtmacı sevdi. Aynaya doğru birkaç adım atıp kendini seyretti. Bacaklarına dokundu. Ecem’in balonları boşluğa bırakması geldi aklına.
Yüzü alev alev yandı. “Saçmalama Aslı. Kötü bir kahin o. Şeytan!” Sabahlığını üzerine alıp aynada bir kez daha baktı. “Annem biliyor bu işi” Yaka dantelinin boğaza kadar gelip dik duruşu sanki güç katıyordu.
Kolları dirsekten tüllü, ufak bir harekette iki kat hareket ediyordu. Odanın içerisinde kollarındaki tüllerin oynaşmasından, dantellerin dik duruşla verdiği güçten memnun, camın önünde ayakta durmakta zorlanan kocasına arkadan sarıldı. Kocası döndü,
“Ne güzelsin” dedi. Aslı’nın memelerine baktı uzun uzun. Orada saklanan bir şey var ve onu bulacak tek kişi oymuş gibi heyecanlandı. Yatağa çekti. Elini memelerinin üzerinde gezdirirken birden danteli hışımla çekti geceliğin dekoltesini yırttı.
Sonra döndü sırtını, üstü başıyla uyudu!
Aslı’nın içi sıkılmadı ama mutlu da olmadı. Mükemmel bir görevdi, yerine getirdi, gece bitti. Kendini böyle sevmeliydi. Tamamlamayı unuttuğu bir şeyler varsa da, eksik kalsa da yepyeni bir hayata başlayıp “Başardım” dedi.
Kocasının arkadaşlarıyla tanışmaktan, onlarla birlikte en lüks mekanlarda eğlenmekten, yemekten, içmekten çok büyük zevk aldı. Kışın hafta sonları kocasının kayak tutkusuna o da tutuldu. “Bitmek bilmez kış ayları” artık onun için zevkti. “Meğer ne kısaymış kış ayları gözümüzü açar açmaz bitiyor” Ecem her aklına geldiğinde ölü sevici gibi derin, ruhsuz kendini sevdi, kendini özledi. “Tamam” dedi “Ben buyum işte, bu konfor, bu ihtişam, bu malikâne benim. Ah kapımın önündeki Porsche. Hayallerime bile giremezken şimdi benim!. Böyle daha mutluyum. Bunlar benim hakkım.” Aynada derinliğini gördü. “
Kendini kandırma” dedi, “Sen yarımsın.”
Her yüzleşmede sokağa attı kendini. Bastıkça bastı Porsche’n pedalına. Her gün yeni bir mekana gitti. Her yeni mekânda “Acaba burada olabilir mi?” Kendi de biliyordu bu zengin mahallelerde onun olamayacağını, buralara gelemeyeceğini. “O zaman bu içimdeki ne? Kimim ben, ne zaman bitecek onu arayışlarım? Kendi kendini söküp atamazdı ya... Elleri titreyerek Ecem’in numarasını buldu. Bir kere baktı numaraya. Telefonu kapattı attı çantasının dibine. Aslında dipsiz bir suya fırlatsa… Gömülse dibine onunla tüm
bağlantıları. En son ne zaman görüşmüşlerdi. Düğün gecesi. İki sene olmuş muydu? Üzerindeki gelinliğe nasılda bakmıştı? Boynuna atılıp götür beni buradan demek yerine otelin on ikinci katında gerdek odasında kalmıştı Onunla gitmeyi istemiş miydi gerçekten? Nefesi hızlandı, çantasından yeniden çıkardı telefonu. Ecem’in numarasını buldu, isminin üzerine dokundu. Tam aramak üzereyken kapattı. Nefesi daha da hızlandı. Hava kararmak üzereydi, geceden korkardı Aslı. Eve mi gitmeliydi? Kocası bu gece arkadaşlarıyla briç oynayacak, evde ne yapsın? Hem geceden korkmuyor artık o. Eski zamanlarda kaldı onlar. Geceler tekin. Geceler mum kokulu. Annesinin her gece onu bırakıp gidişi geldi akına. Nereye gittiğini biliyordu. Yalan söylese de her gece sabahlara kadar nerede kiminle olduğunu o biliyordu. O zamanlar Ecem’in yanına sokulup hiç kıpırdamadan huzurla uyuduğunu hatırladı. Sabun kokuyordu o karanlık oda. Aynı kokudan başka bir yerde var mıydı? Gözleri buğulandı. Telefona tekrar dokundu.
Bekledi. Birr... İkiii... Üçüncü çalışta açtı.
“Alooo” Uykuluydu sesi. Yoksa yanında bir mi vardı?
“Ecemm... Görüşelim mi?” Cevap vermeden telefonu yüzüne şak diye kapattı. Aslı bir kuyunun içinde döne döne kayıyordu. Son kez değil. Bir çok kez aradı. Birçok kez düştü o kuyunun içine.
Kocası bu yok oluşa anlam veremedi. Tatil planları, yeni mücevherler mutlu etmedi. “Şımardı” dedi, “Bu varoş şımardı.”
Bilinmeyen numarayla gelen telefon “Gel” dedi. Aslı’ya. Son kez değil. Birçok kez “Gel” dedi. Her defasında gitti.
Aslının yüzünde güller çoğaldı. Kocası bu mutluluktan kendine pay çıkardı, gönendi. Bir gün, iki gün, üç gün mutlulukları çoğaldı. Arada bir düğün geceliğini giymesini istedi. Aslı geçiştirdi. Bir daha sorduğunda dantelini yırttığı için giymediğini söyledi, olay çıkardı. “Hayvansın.” dedi. Nefes almadan konuştukça konuştu. Hakaretleri büyüdü. Kocası bir daha sormadı.
Teninin kokusundaki değişikliğe, kendine yapılan bu hakaretlere anlam aradı ama toz konduramadı. “Varoş” dedi içinden hep, “Varoş!”
Küçümsenmek insanı uzaklaştırır, merak öldürür. Aslı merak edildiğini hiç hissetmedi.
Ve Ecem o gün, Aslı’nın zile basmasını beklemeden kapıyı açtı. Boynuna dolandı yatak odasına götürdü.
Aslı yutkunmak istiyor yutkunamıyor, huzursuzluğuna neden bulamıyordu. Ecem, geceliği uzattı, “Haydi, giy” dedi. Her gün törenle yaptıkları bu ayini bu gün yapmak istemiyordu Aslı. Giymedi. Ecem bir çırpıda soyunup geceliği üzerine geçirdi. Aslının saçlarını okşayıp durmaksızın konuşuyordu.
“Bir kitabı bitirmeden diğerine başlayalım her sevişmede. Bahar açsın yatağın köşesinde Gözlerim gözlerine kapandığında, toprak yağmura doysun. Yaprak ışkınlasın, çiçekler filizlensin. Ellerin bedenime bin bir renkli bahar kokuları getirsin, hep getirsin. Sev beni. Sevgimizin doruğunda ne fırtına tutsun, ne kar ne boran bizi... Bozulmuş yatağın efendisi, çarşafa dolanmış bedenlerin kölesi olalım. Öp beni balıklar yutkunsun, kuşlar çağıl çağıl uçuşsun, zevkin her zerresinde bin çocuk doğsun ellerimize, sen yağmurları yağdır ben güneşi gönlüne.”
Ecem bambaşka biri gibi konuşuyordu. Gözleri kısılmış, yüzü gerilmiş bir al bir beyaz oluyordu. Bu ayinlerde en hoyrat hep o olmuştu. Aslı ona katılmıyor, şaşkınlıkla onu izliyor hatta korkudan ölecek gibi oluyordu. Sözlerini birkaç defa kesmek istediyse de cesaret edememişti tam o anda kapı çaldı. Aslı Ecem’in elini tutup “Gitme. Bu halde kapıyı açma korkuyorum ben” dedi.
Kapı yumruklanmaya başlayınca Aslı kapıyı kendi açmaya karar verdi.
Kapıyı açtı. Bayılacak gibi oldu, toparlandı. Çenesini zapt edemiyor, ne sorulan soruları cevaplıyor ne de duyuyordu. Kocaman bir karanlık, bir birine karışmış bir sürü sözcük vardı kulaklarında. Kimdi? Ne arıyordu burada? Karanlık odanın köşesinde ağlıyordu, annesi anason kokusuyla gün ışırken giriyordu, babası bir kere şeker vermişti. Nane kokmuştu ağzı, naneyi bu yüzden sevmiyordu. Kocası “Bırak artık şu basitliği” dedikçe bırakmak istemiş, bırakması gerekenin ne olduğunu bilmeden bırakmak istemiş, aslında kendisini bırakmıştı. Sık sık gidilen briç partilerine yalnız gitmiş, götürmeyi bile teklif etmemişti. Her yalnız kalışta annesinin soğuk karanlık odasına dönmüş, annesine yine hesap soramamış, anason kokusundan nefret etmişti. Ve yine Ecem olmuştu yanında. Ne vardı ha ne vardı küçük bir çocuğu evde yalnız bırakıp gidecek? Neydi daha önemli olan. Briç partileri bu kadar önemli miydi? Koca olmak bu muydu? Annelik neredeydi?
Birbirlerine bakıyorlardı, saatler durmuş muydu? Ecem, kapıdaki bu sessizlikten bir anlam çıkaramayınca ağır ağır yanlarına geldi. İkisi de gözlerini ona çevirdi. İkisinin de gecelikte takıldı kaldı gözleri. Aslı bir şeyler söylemek istese de bir birine vuran çenesinden hiçbir cümle anlaşılmıyordu. Kocasının gözlerin baktı. Utançla başını çevirdi kocası. Ecem, sabahlığı üzerine almış olsa da geceliğin yırtık yerinden memesi sarka sarka dolandı etrafında. Nefesi yüzüne vuracak kadar sokulup elini adamın omzuna koydu, içindeki kaynayan kazanı boşaltıverdi.
“Aynı kabağa üfledik ne var bunda?”
Nilgün Çelik
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR