Yırtık bir örtüye büründü zaman. Kayıtsızca yüzüme baktığında ben çoktan ayrılmıştım yanından. Bulutlardan yüzüme değen yağmurun sakinliğinde evrenin en uç köşelerine kadar ilerlemeye karar vermiştim. Sadece durarak… Bu yüzden mi bana deli dediler? O gömleği üzerime göre bu yüzden mi pürüzsüzce diktiler? Bir dinleselerdi eğer… 

Uyandığımda saatten haberim yoktu, zifiri bir karanlık çökmüştü; kafamın içine bile… Önce  hücrelerime kadar beni saran soğuklukla kendime geldim. İçi buz gibi soğuk suyla dolu bir küvetin içerisinde çırılçıplak yatıyordum. Epeyce öyle kalmış olmalıyım ki boynum tutulmuş; hiçbir yöne çeviremiyordum. Ben hareket ettikçe eklemlerimden adeta kırılmışçasına ses geliyordu.

Gözlerim karanlığa alıştığında vücudumun bir yerlerinden ince ince kanlar aktığını, küvetteki suyu adeta kırmızıya boyadığını fark ettim. Endişeye kapılmam gerekiyordu ama belki de suyun soğuk etkisinden olsa gerek hiçbir şey hissetmiyordum. Ne canımın acıyıp acımadığını algılıyordum, ne de içerisinde bulunduğum durumdan ötürü herhangi bir kaygı yaşıyordum.

Günler geçmişti. Hastane içerisinde boğuk, yorucu saatler beni daha da yıpratmış, artık adımı bile söylemek zulüm olmaya başlamıştı. Polisler, sorgular, gazeteciler… Beni bu hale getiren şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyorlardı. Çünkü hiçbir şey hatırlamıyordum. Söylediklerine göre kafama sert bir darbe almış, uyuşturulmuştum ve artık sağ böbreğim yoktu. Organ mafyasından şüpheleniyorlardı. En son ne yaptığımı, kimlerle görüştüğümü öğrenmeye çalışıyorlardı. Gereksiz bir çabaydı hepsi. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Sonunda herkes pes etti.

Ben de sıradan yaşamıma devam etmeye başladım.

*

Bu olayın üzerinden ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum fakat epeyce bir yaşanmışlık biriktirmiştim. Zaman ilerledikçe bazı gariplikler fark ediyordum. Rüyama giren garip insanlar, anlamlandıramadığım olaylar, sıra dışı mekânlar... Daha önce gördüğüme yemin edebilirim o insanları, o yerleri… Ne var ki uyandığımda hiçbir şey rüyada olduğu kadar net değildi. Zorunlu olarak unutmayı tercih ediyordum. Olayın üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti ve ben hala bir hiçlik içerisindeydim.

Son bir ayda ise her şey daha da karışık hale gelmişti. Her gün kapıma gizemli biri bir paket bırakılmaya başlanmıştı ve bununla beraber o olayın öncesindeki hatıralarım beni terk etmişti. Kimleydim, kimlerleydim, ne yapıyordum? Düşünmek bir işe yaramıyordu; sadece belirsiz, bölük pörçük şeyler hatırlıyordum ve bunlar da beni hiçbir sonuca ulaştıramıyordu. Bazı geceler paketi bırakanı yakalarım diye nöbet tutuyordum ama bu da bir işe yaramıyordu. Paketi bırakan adeta bir gölge gibi sessiz ve görünmezdi. Pakette hep aynı şey oluyordu: Bir tutam melekotu…

Doktorların ısrarla yasak koymasına rağmen içtiğim içkinin ve sigaraların haddi hesabı yoktu. Kendimden mi sıkılıyordum yoksa kendim dışında olanlardan mı bilemiyordum? Bu olayın ardından iyice koyuvermiştim çünkü. Ne geceler gece gibiydi, ne gündüzler gündüz… Uyurgezer bir insanın şaşkınlığında geçiyordu günlerim. Bazen elimde sigara ile sızıyordum; düşen ateşin acısı ile açıyordum gözlerimi. Bazen kendimi o küvette bulduğum an kadar kendime yabancı hissediyordum.

Rüyalarımdaki insanlar kimlerdi?

Bir sabah uyandığımda o güne ait her şeyi düşündüm. Düşünmek yetmedi. Oturdum maillerimi, telefon mesajlarımı, aramalarımı, internet geçmişimi, evdeki karalamalarımı, yani özetle o güne yakın ne varsa kurcalamaya başladım. Bu arada kapıma her gün aynı paket bırakılmaya devam ediyordu: Bir tutam melekotu… Ve bu koku bana bir şeyler anımsatıyordu ama ısrarla bulamıyordum ne olduğunu. Aynı rüyalarımda olduğu gibi çok az hatırladıklarımla, bulduklarımı birleştirmeye çalıştım. Sanki günlerce ne olduğunu bilmediğim; yani tamamının ne olduğunu bilmediğim, bir resmin yapbozunu, parça parça yapmaya çalışıyordum. Saçma…

Başta saçmaydı. Sonra parçalar birleştikçe anlamsız da olsa ortaya bir resim çıkmaya başladı: Deniz… Dünyadaki hiçbir çiçek senin kadar güzel kokamazdı, dünyadaki hiçbir okyanus senin kadar derin olamazdı ve dünyadaki hiçbir adam seni benim kadar sevemezdi. Sen benim yıllarca aradığım ruh ikizimdin ama birden yok oldun. Başıma gelen o talihsiz olaydan yaklaşık iki ay önce tanışmıştık. Günlerce sohbet etmiş, gezmiş ve eğlenmiştik. Kimseye de senden söz etmemiştim çünkü büyüsü bozulsun istemiyordum. Bir sır gibi sakladım herkesten. Yıllar sonra âşık olmuştum. Sen gerçekten bir melektin… Ama sonra her melek gibi ansızın yok oldun, aynı var olduğun gibi.

Parçalar birleştikçe karşıma hep Deniz çıkıyordu ama sadece bu kadar. Ardından dünyadaki en deli insan benmişim gibi gece gündüz seni araştırmaya başladım. Beni götürdüğün doktoru, beraber gittiğimiz mekânlarda selam verdiğin insanları… Her ne bulabiliyorsam… Tüm olasılıkları değerlendiriyordum. Ulaştığım her ipucu beni başka bir sonuca taşıyordu.  Ardından paketi bırakanı takip etmeyi başardım. Önceleri pek bir sonuç elde edemedim ama günler geçtikçe sana ulaşmak daha kolay hale geldi. Paketi bırakan gizemli adam her gün farklı şeyler yapıyor, farklı yerlere gidiyordu ama garip olan her ne yaparsa yapsın günün sonunda mutlaka aynı yere uğruyordu: Mezarlığa…

Hikâye derindi. Hikâye fazla uzun ve sarsıcıydı. Aslında ben sadece o birleştirmeye çalıştığım yapbozun bir parçası idim. O kadar… Düşün ki nasıl bir olay vardı ortada?  Bulmam tam üç senemi aldı. Buldum. Seni buldum Deniz.

Deniz dünyanın en masum, en akıllı, en tutkulu, en gizemli, en zarif, en şefkatli, en zalim kadını idi. Sanki içinde kaynağı belli olmayan bir ateş yanıyordu ve o ateş herkesi kendisine çekiyordu ama o sadece bir şeyi arıyordu. Beni… Çünkü beni biliyordu.

Deniz’le geçirdiğim zamanları unutmama şaşmamak lazım çünkü zaten bir masal gibiydi ve masallar aynı rüyalara benziyordu. En derinlerde bildiğin ama gün içerisinde unutuvermek zorunda olduğun… Deniz’e âşıktım ben. Şimdi hatırlıyorum. Sonra bir anda her şey ters düz oldu.

Önceleri çok kızdım. Dürüst olmam gerekirse kızmak az kalır, deliye döndüm. Siz olsanız ne yapardınız? Beni iyi dinleyin o halde. Bir insanın kafasından tencere ile kaynar su dökseniz benim kadar şaşıramazdı. Ben de öyle kalakaldım. Üç yıldır peşinde olduğum resmin tümünü görmenin sarsıntısı, yaşadıklarımın anlamı ve bunca kayıp zamanın sonucu… Ama hikâye beni başka bir yere bağladı. Şaşkınlığım ve öfkem geçtiğinde sır perdesi aralandı.

Bir gece Deniz’le beraber yine eğlenmek için dışarı çıktık, birçok yere gittik, tüm gece sıkılana kadar gezdik. Eve dönerken karanlık bir sokakta yankesiciler aniden önümüzü kesti. Deniz’in çantasını, benim de cebimde ne varsa vermemi istediler. Benim kafam alkolden ötürü biraz iyiydi bu yüzden direndim epeyce, sonunda yediğim bıçak darbesi ile kendimi hastanede buldum. Önemli bir şey değildi ama Deniz nedense fazla korkmuş, endişelenmişti, bana her türlü testi yaptırmıştı. Sonuç birkaç ufak dikiş, sabaha karşı eve dönme çabası ve gereksiz bir sürü şeyle bitivermişti. Ne var ki Deniz bununla yetinmedi, beni doktor olan bir arkadaşına götürdü. Sağlığım mükemmeldi. Deniz sonunda ikna oldu ve normal hayatımıza kaldığımız yerden devam ettik.

O gece yani benim hatırlamakta zorlandığım ama aslında benden çok şey alan o gece, Deniz’in doğum günüydü. Beraber dışarı çıktık. Eğlendik, içtik, güldük, seviştik… Sonra gözlerimi açtığımda bir küvette idim ve hiçbir şey hatırlamıyordum. Bir yapbozun parçaları gibi... Gelelim resmin bütününe.

Deniz hala bir melekti. Tanıştığımda da öyleydi, seviştiğim de, bana bunları yaşattığında da… Deniz âşıktı. Sekiz yıldır beraber olduğu Onur böbrek hastasıydı. Beş yıldır hayatları diyaliz merkezine gidip gelmekle geçiyordu. Onur, Deniz’in gözünün önünde eriyip gidiyordu. Onur ölüyordu. Deniz çürüyordu. Nakil için iki yıldır bekliyorlardı. Onur’un en fazla bir yıl hayatta kalması mümkündü. Onur ölüyordu, Deniz ölemiyordu.

Deniz ölümden beterini yaşıyordu. Kendi böbreği, akrabaları ya da yakınlarınki maalesef uyuşmuyordu. Deniz her şeyi göze aldı. Keşke kendi böbreğini hatta canını verebilseydi. Deniz aylarca aradı. Sevgili, bir gecelik ilişki, hayat arkadaşı, eylem arkadaşı, dost aramadı. Deniz bir yıl boyunca  kendisine organ verebilecek birini aradı… Kadın, erkek fark etmezdi… Ve beni buldu.

Deniz böbreğimi aldı. Sorsaydı eğer ben seve seve verirdim. Anlatsaydı eğer canımı da verirdim ama söyleyemezdi. Haklıydı. Deniz her şeyi planladı. Böbreği aldı. Onur sonunda yıllardır pençesinden kurtulamadığı ölüme meydan okuyabilirdi. Böbrek nakledildi.

Böbreğim artık Onur’da, bense bir küvette idim.

Onur aylarca kendisine nakledilen böbrekle uyum sağlamaya çalıştı ben de aylarca kendimle, hayatla uyum sağlamaya çalıştım. Keşke canımı alsaydı… Sonra her şey normale döndü. Ne var ki başlarındaki kara bulut peşlerini bir türlü bırakmadı. Deniz Onur’un ameliyatından sekiz ay sonra bebeğini, bebeğimi doğururken öldü. Bir cuma akşamıydı…  

Onur her gün Deniz’in mezarını ziyaret ediyordu. Ve ölmeden önce Deniz’in son isteği olan mezarına dikilen melekotlarından bir tutum toplayıp, her gün gizlice kapıma bırakıyordu.

Deniz aşkı için her şeyi göze aldı. Benden bir böbrek aldı, iki insana can verdi. O bir melekti ve ben ona âşıktım.

O gittiği günden beri tüm evren melekotu kokuyordu…

Derya Gül

Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)