Ona her şeyin boşluk içinde olduğunu düşünmesini söyledim. Her şeyin içinde hiçbir şeyin olmadığını yani çarpışacak bir göktaşı, önünden geçerken tutuşacak bir güneş, bir yudum su içilecek bir dünya... Hiçbiri yok. Her şey boşluk. Hareket edilecek sonsuz bir alan var ama dokunulacak hiçbir şey yok, dedim. Gülümsedi. Gülümsemesinden sıkıldığı açıktı. Söylenir gibi yanıt verdi. "Evet, insanlar altı- yedi yaşlarındayken böyle şeyler düşünür," dedi. Açıkçası bozuldum, yine bozuldum ama bozulduğumu belli etmek istemedim. Bu, güçsüzlük olurdu. "Gerçekten mi? Ben bunu daha geçen hafta düşünmüştüm" dedim. Bu kez güldü. Demek ki gülebiliyormuş. Onurlanır gibi oldum. 
Aramıza yine yırtılması gereken bir sessizlik girdi. Bu yırtma işleri de hep erkeğe düşerdi. Neyse ki yağmur başladı. Çayımı yudumlayıp, "Yağmurun sesini severim. Ağaca, dala, toprağa, taşa düştümü günlerce dinleyebilirim ama insan yapımı basit bir tenekeye indimi çok rahatsız olurum." dedim. Camdan dışarı bakarak deminkinden daha emin bir sesle, "Herkes rahatsız olur o sesten," dedi. Sen de rahatsız olur musun, diyecektim vazgeçtim. Söz olsun diye, "Sıkıldıysan başka bir yere geçelim," dedim. O yine yüzüme bakmadan yanıtladı: "Yoo, ben hiç sıkılmam." dedi. 
Ama ben sıkılmaya, sinirlenmeye başladığımı duyuyordum, ince ince ellerim titremeye başlamıştı. Kaltak inadına ters ters yanıtlar veriyordu her dediğime. Kim bilir kimden ne taktikler almıştır diye düşündüm. Sessizlik bozulsun diye, "Birer çay daha içelim," dedim. İstemeyeceğinden, kalkalım diyeceğinden emindim ama o: "İçelim," dedi. Yanında şemsiyesi olsa, yeterli, derdi diye düşündüğüm sıra gözlerini gözlerime dikti. Teslim ol! Kımıldama, der gibi baktı. Ötedeki garson kıza iki çay işareti yaptım, yüzüme sertçe konan bu bakışlardan kurtulmak için. 
İkinci çayın ilk yudumunu alırken sordu: "Tırnaklarının neden biri uzun, biri daha uzun, diğeri ondan daha kısa?" Saf saf ellerime baktım. "Hepsini aynı dakika içinde kesmeye üşendiğimden," dedim. "Şunu perşembe kesmiştim. Şunu pazar. Bunu daha dün kestim, seninle buluşacağız diye." Yine pencereden dışarı baktı, fakat bu kez sanki daha uzaklara... "Tabi, tembel olduğumu düşünmeni istemem. İkinci, üçüncü tırnağı kesmeye üşenirim belki ama aniden kendimi yola atıp sekiz-on kilometre koştuğum da olur. Tabi, hafif hafif..." Yanıt olarak baktığı yere bakmamı istedi. On adım uzakta on yaşlarında bir çocuğu gösteriyordu. "Şuna bak, yağmur yağdıkça daha mutlu oluyor, nasıl da eğleniyor, oynuyor, zıplıyor." Gülümsemekten başka verilecek tepki olmadığından gülümsedim. "Eve varınca annesi de onu zıplatır, merak etme," dedim. O da gülümsedi ama isteksizce. İri, güçlü, kara gözlerini üzerime dikti. "Ne biliyorsun, belki de annesi yoktur." dedi. Başını yine dışarıya çevirmese beni neden küçümsediğini soracaktım ama iyice sıkıldığımdan: "Senin gibi suratsızın, kibirlinin tekiyse çocuğu evde bekleyecek olan; olmaması bence daha iyi olur." dedim. Hilâl kaşları çatıldı. Güzelliği arttı. Sesi biraz titriyordu şimdi. "Babadan kalma apartmanların var diye kendini çok önemli sanıyorsun değil mi? Ben mankenim. Kendime yakışını seçmesini çok iyi bilirim. Boyun kısa, kafan büyük, daha otuz yaşında göbeklenmişsin!" Bunlar zaten bildiğim şeyler olduğundan önemsemedim. "Gelmeseydin," dedim sadece. "Araya koyduğun hatırlı kişiyi kıramadım. Dikkat edersen de seninle yemeğe falan da çıkmadım. Basit bir kafede çay içiyoruz yalnızca." O kalkmadan ben kalkmalıydım. "Sizinle çay içmek benim için büyük şerefti manken hanım. Nicedir bir kadının bana bir şey ısmarladığını anımsamıyorum. Çay için teşekkürler. İzninizle." dedim. Yutkunduğunu, gözlerinin kinle dolduğunu görünce kapıdan bir parça başı dik çıktım. 
Yağmur şiddetlenmişti, çocuk ise daha coşmuş, kendi çevresinde çılgın çılgın dönüyordu başını göğe kaldırmış. 

Erdinç Gültekin
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)