Son Dakika



Pencereden baktı. Son günlerde yağan yağmurlar ufak futbol sahasında serçelerin oynadığı yeşil adacıkların oluşmasına neden olmuştu. Ara caddede ki Türk mobilya dükkanının depo olarak kullandıkları zemin katın üzerindeki katta oturan, arada bir “Gutentag”diyen, ikinci dünya savaşının arkasından yıkılan, taş üstünde taş kalmamış Almanya’yı onarmak, yeni bir Almanya kurmak için ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda tüm acılarına, kayıplarına karşın öncülük yapan kadınlardan biri olmalıydı. Mutfağının penceresinden bir ara sokağın günlük yaşamına tanık olurken dalgın dalgın sigara içiyordu. Yaşlı kadının oturduğu evin iki ev uzağındaki bu yaz yenilenen ve camları büyütülen çatı katına taşınan genç bir çift pencerede yaktıkları bir sigarayı ortaklaşa içiyorlardı öpüşmekten vakit buldukları anlarda. Gecenin bir saatinde ışıkları kapatılmış odada, ellerinde şarap kadehleri ile dans eden gölgeler görüyordu. Yeni evli olmalıydılar. Parkın girişinde yer alan üç katlı binada oturan Suriyeli ailenin penceresinden boşluğa yayılan Kürtçe şarkılar, her gün ayni saatlerde gelip dakikalar boyunca salıncakta sallanan yirmi beş yaşındaki sarışın kadının dinlediği rap müziğine karışıp, çalılıkların, duvarın ve ağaçların arasında dolaşıp balkon penceresinden içeri giriyordu. Parktaki ağaçların eteğindeki sonbahar rengi her gün biraz daha koyulaşıyor, ağaçlar çırılçıplak kalmaya hazırlanırken, yaşadığı çalılıklardan, çam ağacının tüm yeşilliği ve boynuna taktığı açıkahverengi kozalardan örülmüş kolyeleri arasına taşınan ve Noel şarkıları söyleyen serçe ailesi ile diğerlerini kıskandırmaya devam ediyordu. Güvercinler ve on yıllık komşusu, eşi ile yaşadığı aşkı her gün defalarca kendisine izleten, yaşadığı ve yaşattığı mutlulukla kendisini kıskandıran kumru kuşları (Almanya’da Türkentaube-Türk güvercini olarak biliniyor) ortalıkta görünmüyorlardı. Havaların soğuması ile büyük parkta yaşayan diğer arkadaşlarının, güvercinlerin yanlarına taşınmış olabilirlerdi. İnsanların arasında dolaşıyor onların caddeyi kirlettikleri her türlü çöpü gagalıyorlardı. Bazıları yedikleri dönerden, lahmacundan, ekmekten, sıcacık pideden koparıp paylaşırken ufak çocuklar bağırarak korkutup kaçırdıkları güvercinlerin etrafında dönüp tekrar konmalarını ve karınlarını doyurmaya devam etmelerine bakıyorlardı şaşkın gözlerle. Annesi veya çevreden birisinin tepki göstermesine kadar kendileri için oyun olan bu eylemi devam ettiriyorlar ama güvercinleri bir türlü uzaklaştıramıyorlardı. Kargalar ele geçirdikleri parkı korumak için içlerinden birini gözcü ve koruyucu olarak bırakıp sınırlarını genişleterek yiyecek arıyor, bulduklarında bağırararak diğerlerine haber veriyordu. Soğuk, kış günlerinde olduğu gibi dün Martılar ziyaret etmişti parkı. Onları görünce sabahleyin balkona koyduğu patates kızartmalarının yanına hemen buzdolabındaki çiğ hamsi balıklarını koymuştu. Balıkları görünce balkona gelen kargayı uzaklaştırdıktan sonra kartılar pike yapıp patates kızartmalarını teker teker alıp havalanırken hamsinin yüzüne bile bakmamışlar, birkaç kez daireler çizerek dolaştıktan sonra parkı terketmişlerdi. Şaşırmıştı! Üzülmüştü.

Almanya'nın Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti'nde, Avrupa polis teşkilatı EUROPOL ile ortaklaşa yürütülen Köln, Düsseldorf, Duisburg ve Dortmund gibi kentlerin de bulunduğu toplam 18 il ve ilçede "ileri derece kara para aklama şüphesi” nedeniyle gerçekleştirilen baskınlarda şüphelilere ait bilgisayar, mobil telefon ve bazı belgelere el konulmuş, biri Düsseldorf diğer de Duisburg’da ikamet eden 46 ve 53 yaşlarında Türkiye kökenli iki kişi ile kuryelerin yurt dışına çıkarmaya çalıştığı 6 milyon 764 bin 575 euronun ele geçirildiğini belirtmişti. Bu eylem Türkiye’de tutuklanan Kavala’nın serbest bırakılması için bir misillemeden başka bir şey değildi. Erdoğan’a “Yaptığınız her türlü yolsuzluktan haberimiz var...”mesajı veriliyordu.

 Almanya PEN Başkanı, gazeteci ve yazar Deniz Yücel, AİHM'nin Kavala ile ilgili kararlarını "sistematik" olarak hiçe sayan Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması çağrısında bulunurken Alman politikacılar Türkiye'yi AİHM kararları konusunda uyarmış "Aksi takdirde Türkiye'nin Avrupa Konseyi'nden ihraç edilmesi kaçınılmaz olur" açıklamasını yapmıştı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) Osman Kavala'nın "derhal tahliye edilmesi" yönündeki kararını hatırlatan Sosyal Demokrat Parti'nin (SPD) dış politika uzmanı Nils Scmid Alman RBB Radyosu'na yaptığı açıklamada, Erdoğan'ın "dış politikada yaratılan gerginliklerle dikkatleri iç politik zaaflardan başka yöne çekme gayreti içinde olduğu”nu ve Erdoğan'ın bu yönteme son yıllarda birçok kez başvurduğunu dikkat çektikten sonra diplomatik çalışmalar sonrasında Erdoğan'ın geri adım attığını, Kavala bildirisi sonrası tırmanan gerginliğin arkasında iç siyasi nedenlerin bulunduğunu  söylemişti.

Köln’de ikinci dünya savaşından kalmış ikiyüz elli kiloluk bir bomba nedeniyle elli bin kişi tahliye edilmişti. Müttefik uçaklarının yağdırdıkları binlerce tonluk bombalarla yerle bir olan kentlerden biriydi Köln. Dom Katedrali dışında sağlam bir bina kalmamıştı. İki yakayı bağlayan tüm köprüler yıkılmıştı. Ama savaştan sonra çabucak yıkıntıları, kalıntıları kaldırıp, onaracaklarını onarıp çabucak derlenip toparlanıp kentleri yeniden kurarken patlamayan bombalar çıkarılamamıştı. Her gün Köln kentinin bir semtinde bir bomba bulunuyor ve imha ediliyordu. 

Zeytin, beyaz peynir ve bir adet haşlanmış yumurtadan oluşan kahvaltısını yapmıştı. Cam masada içilmeyi bekleyen çayından bir yudum aldı. Ilınmış ve Karanfil kokluyordu. Yıllar önce sabaha kahvaltılarını Müge Anlı alışkanlığı ile yapardı. Türkiye’ye olan özlemini gidermeye çalışırken tanık olduğu ve yıllardır tazeliğini koruyan Anadolu gerçeği çaresiz, umutsuz, yalnız ve geri bırakılmış, kandırılan, aldatılan cahil toplumumuzun insan örnekleriyle tanışırdı. Bir katil adayı olur ve suçu neden işlediğini düşünür olasılıklar üzerinde dururdu bir polis hafiyesi gibi. Onların yaşadıkları yerlerde yaşamanın yalnızlığını hisseder ve ürperirdi.  Sonraları vazgeçmiş ve spor programlarına geçiş yapmıştı. Bu kez okuduğunun anlamını tam bilmeyen, kelimeleri doğru dürüst seslendiremeyen, vurgulaması yetersiz, demagoji uzmanlığına soyunan, popülist olmaya çalışırken gerçekçiliğini yitiren, Türkçe bilmeyen, yaşadığı  toplumun kültüründen haberi olmayan  uyduruk üniversite, uyduruk lise eğitimiyle yarı cahil bir nesil yetiştirildiğinin örneklerinin sunulduğu, Türkçemizi rezil eden, kirleten, değiştirip yozlaştırmaya çalışan bu insanlardan da bıkmış ve Türk kanallarını izlemekten vazgeçmişti. Son yıllarda Türkçe katliamı bütün hızıyla sürüyordu. Spiker, muhabir ve sunucuları görünmez bir elin dokunuşuyla bildikleri Türkçeyi unutmuşlardı. Sadece ekonomi ve siyasette değil spor, sanat, dizi ve yaşamın her alanında da olumsuz çöküşler yaşanıyordu...

Teknolojin ulaştığı son aşamada başka seçenekleri vardı, artık kahvaltılarını çeşitli ülkelerde hatta kıtalarda yapabiliyordu. ABD’den başlayıp, Fransa, İspanya, Brezilya’ya, Küba’ya sokaklarında dolaşırken çayını yudumlayabiliyordu. Uyuşturucu baronlarının ve onları yakalamaya çalışan CİA ajanlarının binlerce suçsuz insanı, düzenlerine karşı çıktığı/yeni bir düzen gerekçesiyle rüşvete boğduğu, satın aldığı politikacıların, gerçekleri yazan gazetecilerin öldürüldüğü Kolombiya, Meksika’nın fakirliğini, rengarenk boyanmış gitar çalan sokaklarında sigarasını içebiliyordu. Latin Amerika genelinde en çok sinema salonu barındıran ülke Arjantin’de Latin güzellerinin dolgun dudaklarından yayılan ve her dalgada erotikleşen sabah tangoları dinlerken... Gençliğimde gerçekleştiremediğim bir çok hayalimi televizyonun içinde gerçekleştiriyorum. Kurgulu fantaziler yaratıyorum hoşuma giden ve birkaç dakika mutluluk hormonu dağıtan...

Cemil Eren’in tablosunda kendisine bakan babasına gülümsedi... Beraber rakı içmeyi özlemişti. Babasının da ilginç fantazileri vardı. Bazı sabahlar kalktığında erotik rüyalarını anlatırdı. Emel Sayın, Sibel Can, Nez, Hatice, Ebru Gündeş  ve parlamentoya türbanla giren Merve Kavakçı ile beraber olduğu erotik rüyaları anlatmıştı ayrıntılarına girmeden... Nez’in tanındığı ilk klibi defalarca izlemişti. Düşlerindeki tatların boyutlarının erişilmez olduğunu söylerdi ve –Artık gelecek sanma/Geçti o günler– şarkısını mırıldanırdı düşündeki tatları yaşatmaya devam ederken. Bazen ise düşünde seviştiği bir ünlüyle tam orgazma varacakken birden kapı zillerinin çalmasıyla uyandığını anlatırdı uzun uzun. Almanya’da gördüğü bir rüyayı anlatmıştı:

“Oniki yaşında, tombul memeleri portakal büyüklüğünde, dudaklarına kırmızı boya sürmüş, çevresindekilerin kendisini ‘Küçük orospu’ diye çağırdıkları bir kız, ‘Gel çabuk!’ dedi, sağ elimi tuttu, sıktı. ‘Babaannemin kapatmadığı kapıya götüreceğim seni’ dedi. Kapı ikinci kattaydı ve dışardaki ışıltılı aydınlığa bakmadan görüyordum. Merdivenden tırmandım, eşiğe adımımı attım, ‘Teşekkür ederim.’ dedim. Kız, dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı, ısırdı, yakardı. ‘Kaçır beni buradan!’  Peri gözlü, masal bakışlı, dünya güzeli onaltı yaşında bir kızdı artık ve beni büyülüyordu. Koluna girdim, uzaklaştık oradan. Bir kilometre ötedeki bol çimenli bir çukura yaklaştık. Çukurun ortasında bir yığın yabancı para vardı. ‘Bunları alalım, vapurda gerekecek’ dedi kız. Altın Mark’larla gümüş Mark’ları ceplerime doldurdum, kağıt binlikleri cüzdanıma yerleştirdim. Kız altı avuç parayı, eteklerine, mendillerine, sutyeninin boşluklarına sakladı. Bizi bekleyen kapkara bir motosiklete bindim, kızı arkama oturttum. Karlı yokuşlardan kızakla kayar gibi sessizliğin belkemiğine monte edilmiş bantlardan kayarak denize bakan türbe yeşili tek katlı eve girdik. Sağda, ranzalı asker yataklarında  ölü arkadaşlarım Süleyman ile Sami, partallardan dikilen çok kirli çarşaflarla, yorganlarla didişiyor, bir sokak köpeğini balık kılçıklarıyla besleyerek semirtiyorlardı. Beni tanımadılar. Başka bir odanın ranzalarında yatan izci gençler uyuyordu. Yer yoktu. Oysa biz buraya uzun süre kalmak için gelmiştik. ‘Boş bir oda bulalım’ dedi kız. Süpürgeyle kaldırılan tozları sulanarak bastırılan toprak bir patikada yürürken birbirlerini çok eskiden beri tanıyan ve çılgınca seven iki sevgili gibi sevişiyorduk. Karşılaştığımız orta yaşlı Alman, İngiliz, Japon kadınları, sağda solda miting öncesi kümeleri gibi konuşuyorlar, sevgilimi göstererek haince ve gaddarca bir şeyler fısıldıyorlardı.

“Kümelere hışımla saldıran, çığlık atarak kadınları yere düşüren bir Alman dostum, yerlere saçılan müziği, yüz dansözün topuklu iskarpinleriyle çiğneyerek dans eden bir İspanyol çingenesinin işlettiği otele götürdü.

“Çırılçıplak yuvarlandığımız ve rötar kapatan trenlerin hızıyla seviştiğimiz yatağın başucundaki bir terazide ikimizin kaderi sarı güllerle tartılıyordu...”

Babam rüyasını anlatırken annesi yanlarındaysa “Kıçın yine açıkta kalmış” derdi gülerek.

Bu anlatımlarda kendisine bu kadar ayrıntıyı nasıl unutmadığını sorardım. Rüya görmeyen, gördüğü rüyayının bir saniyesini anımsamayan insanlarla dolu bir dünyada hikaye gibi rüyanın nasıl gerçekleştiğini sorardım.

“Düş, geceleri uykumun derinliklerindeyken ve bilincimin denetimden uzaktayken bana, birbirinden değişik olayları, serüvenleri yaşatan gezgin bir güçtür. Evet benim uykuda doğan, uyanınca ölen gezginim..” derdi.

Ama çoğu kez gece yarıları uyandığında notlar aldığına tanık olurdum. Yenilikler peşinde koşarken rüyalarını yazma düşüncesini paylaştığında, okuyucuların nasıl tepki gösterebileceğini sormuştu. Sanat dünyasında bir sorun olmayacağını ancak normal okuyucuya pek inandırıcı gelemeyeceğini söylemiştim kendisine. Rüya görmeyen bir insandan kendisini anlamasını, gördüğü rüyanın analizini yapmasını bekleyemezdi. Birçokları annesi gibi “Kıçın açıkta kalmış” diyeceği kesindi. Bir kısmı ise Freud’u örnek gösterip, “Buyrukçu cinsel sorunlarını rüyalarda yaptığı terapiyle çözmeye çalışıyor” diyebilirdi. Ama çoğunluğu hiçbir rüyanın bu kadar uzun soluklu olabileceğine inanmayacaktı... Bu konuşmadan sonra bir dönem sıkça yayınladığı –rüyalar– azalmış ve bitmiş bazı günlüklerinde yer almıştı.

Buna benzer bir konuşmayı “Telefon Konuşmaları” kitabı öncesinde de yapmışlardı. Hızla gelişen teknoloji içinde telefonun önemine dikkat çekmek için 90’lı yıllarda bana telefon konuşmalarını içeren hikayelerden oluşan bir kitap yazmak istediğini söyleyince desteklemiştim kendisini. Benden telefonla ilgili bir hikaye yazıp göndermemi isteyince kendisine erotik bir telefon hikayesi yazmıştım erkek müşterilerine erotik hikayeler anlatırken maç seyreden, yemek yiyen, tırnaklarını boyayan ve bebeğini emziren dört kadını anlatan. 7’den 77’ye çağımızı etkileyen, değiştiren ve bambaşka bir anlam kazandırarak insan ilişkilerine yeni boyutlar katan, içindeki ayrıntıları çoğaltan, kendine özgün bir konuşma dili olan telefon ile insan ilişkisinin anlatılmasının, özellikle de kendisi tarafından yazılmasının çok güzel ve yerinde olduğunu söylemiş desteklemiştim.

Programı değiştirdi. Eski siyah-beyaz bir Yeşilçam filmi oynuyordu. Ayhan Işık, Fatma Girik, Suphi Kaner, Salih Tozan, Vahi Öz’lü kadrosuyla. Unkapanı’nda, akşamları, bekçi düdüklerinin sarhoş naralarına karıştığı bir işçi mahallesi.  demiryoluna bakan sokakta, Mustafaların ‘yana kaykılmış’ evleri var. Baba matbaada kapıcı. Karısı Şöhret’le, buralara 30 yıl önceki ‘mübadelede’ gelmişler. Dört çocukları var: Mustafa, Ayten, Nurten ve Erol. Bu filmi ilk seyrettiğinde babasının yaşamını anlattığını bilmiyordu. 1968'de Ulvi Uraz Tiyatrosu'a davetli olarak gidip Yalova Kaymakamını seyrettikleri gecesi evde yaşanan konuşmalardan sonra öğrenmişti. Genellikle sakin olan babasını ilk kez bu kadar sinirli ve agresif olarak görmüştü. Babası o akşam “sen bize kızacağına senin yaşamını çalana kız..” diyerek tepki gösteren annesine, yaşamındaki ilk ve son tokadı atmıştı.

Babası gibi kendisi de çocukluk ve gençlik yıllarında sinema ile büyüyen kuşaktandı. Örneğin Salı günleri komşular toplanır ve evlerine yüz metre mesafedeki İpek Sineması’na gidilirdi. Önceden balkonda kendileri için yerler ayrılırdı. Sinemada piknik yapılırdı, bir gün önceden evde hazırlanan, dolmalarla, böreklerle, patates salatalarıyla, ve kuru yemişçiden alınan çekirdeklerle. Termoslara çaylar doldurulur sinemadan gazoz alınmazdı. Sonra, çocukluktan ergenliğe geçtiği dönemlerde annesinin kadın, sinema, ağda ve gazinoların kadınlar matinesine (son gidişlerinde en önde ayrılan masada oturan annesi ve arkadaşlarına kendisinden dolayı tepki göstermişlerdi. Kadınlar gününde koskocaman bir erkeğin ne işi vardı? Onlar neden getirmiyorlardı? Salonu dolduran yüzlerce kadın hep birlikte müziğe tempo tutarak eğlenirken, kendi masalarında göbek atarken şarkılara eşlik ederken bir iki masanın yarattığı bu tür rahatsızlıklar garsonların devreye girmesiyle hemen sona ererdi.) gitme günlerinden kurtulup  babasıyla beraber Bulgar muhaciri köfteciden aldıkları ekmek içi özellikle acılı köftelerle Sarıgöl’deki Mehtap sinemasına giderlerdi. Bir minibüs veya arkası açık bir kamyonet film afişleri ile süslenmiş arabayla mahalle aralarında yeni filmlerin reklamını yaparlardı arabanın üstüne bağladıkları megafonla. Maça gidemeyenler için o yıllarda Ziraat Bankası renkli olarak İstanbul, Ankara ve İzmir'deki maçları şöyle üç beş dakika özet olarak çeker sinemalara gönderirdi. Bu da film reklam tahtasına yazılarak bir karton üzerinde duyurulurdu. Sırf o birkaç dakikalık özet için sinemaya gidenler olurdu. Sinema onun zor günlerinde sığındığı, rahatça gözyaşlarını dökebildiği, yalnızlığını ve mutsuzluğunu unuttuğu parayla satın aldığı iki saatlik bir Dünya’ydı... İpek sinemasında depreme yakalanmıştı. Şafak sinemasından çıkışta trafik kazası geçirmişti. Bursa sinemalarının localarında ateşli sevişmeler yaşamıştı. Kız arkadaşıyla yanlışlıkla Emmanuel filmini seyretmişti...

Meksika televizyonunu açtı. Narcos dizini andıran bir görüntüde Ana Elizabeth Garcia Vilchis isimli genç bir kadın, seçim propagandasına benzer ateşli bir konuşma yapıyordu. Siyah saçlı bir Meksika kadınıydı. (Sonradan kendisinin Sosyal İletişim Genel Koordinasyon Ağları Direktörü ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü olduğunu. Ve Meksiko televizyonunda Çarşamba günleri ‘Haftanın yalanlarında kim kimdir’ isimli politik bir program yaptığını öğrendi.) Programı değiştirdi. Cadılar Bayramını kutlayan Meksikalıları gösteriyordu. Caddeler rengarenk giysilerle boyalı gençler, çocuklar, insanlarla doluydu. Cadılar bayramı için sokaklara kurulmuş maket resimlerle kendilerini ölümsüz kılacak ve yıllar boyu yaşatacak resimler çektiriyorlardı. Meksika'nın geleneksel giysisini taşıyan çocukların bazılarının yüzünde kuru kafa maskeleri vardı. Fakir olan, parasızlıktan maske alamayanlarsa kurukafayı boyalarla yapmıştı. Kameralar Aztekler‘den beri Meksika‘da kutlanan Ölüler Günü, renkli kostümlerin, ihtişamlı geçitlerin, kadife çiçeklerinin festivali! Ölüler Günü Festivali‘nde bir araya gelerek atalarını anan ve festivale özel yemekler pişirerek paylaşan masalarda dolaşıyordu…

Programı değiştirdi.

Avusturya Alpleri’nde yer alan ve hayvan bakıcılığıyla uğraşan bir çiftlik tanıtılıyordu. Bembeyaz keçileri görünce babasının son gördüğü düşü anımsadı...

-Kendimden geçtim ve ilginç bir düşün içinde yaşadım bir kaç saniye. Alacakaranlıktı ve ben hepsinin de yüzü ileriye dönük adamların, kadınların şuraya buraya serpiştirildiği Gaziosmanpaşa’nın geniş alanında önümde hızlı hızlı yürüyen birisini (kim olduğunu bilmiyordum) gördüm. Adam yere eğildi, bir tomar para aldı, bana verdi. Şaşkınlık ve sevinçle iç içe geçmişken bir tomar daha verdi, bir tomar daha ve en son da siyah bir cüzdan verdi ve “Bu paraları oğluna yollarsan yakında görüşürüz” dedi ve uzaklaştı. Eve döndüm. Misli kahverengi battaniyenin üzerinde yatıyordu. "Kalk çabuk bu paraları sakla bir yere” dedim. Neye uğradığını şaşıran Misli, paraları göğsüne bastırmadan hemen fırlattı...”Nerden buldun bunları? Çaldın mı yoksa?” dedi.

“Sen pencereden bak, kimse gelirse uyar beni!” dedim ve paraları saymaya koyuldum.  Beş bin sekiz yüz elli liraydı. Beş bin lirasını Erdem’e yollayacak geri kalanıyla da doğalgaz, elektrik, su ve telefon borçlarını ödeyecektim.

“Üç adam geliyor!” diye seslendi Misli.

Paraları battaniyenin altına soktum ama Misli seslendiğinde hemen eve giren kırmızı saçlı, yeşil bıyıklı şişko paraları görmüş gibiydi. Gördüklerini diğerlerine anlatır, arkadaşlarıyla üzerimize çullanarak bizi öldürebilirlerdi ama bu düşünce yıldırmadı beni, dikildim karşılarına... “Kimsiniz?”

“Şey...Kiralık bir ev arıyorduk...”

“Burada biz oturuyoruz, kiralık bir odamız da yoktur.”

“Var dediler de onun için...”

“Yok, biz bile zor sığışıyoruz...”

“Affedersiniz rahatsız ettik” dedi Richard Widmark’a benzeyen, ve gittiler.

Bir oh çektik.

Bu kez paraları Misli saymaya başladı.

Telefon çalıyordu. Telefonun içinden geçip kendimi bembeyaz bir yatakta buldum. Uyuyordum ve bir düş görüyordum. Düşte memeleri süt dolu beyaz bir keçiyle sevişiyordum. Ben bir duvara dayanmıştım. Keçi dişilik organını benim erkeklik organıma bastırıyor sonra gövdesini ileriye çekiyordu. Bu işlemi hızlandırdı ve bir dakika geçmeden yığıldı oraya.

Şimdi de altımdaydı. Bir kadınla sevişir gibi sevişiyordum ve o süt dolu memelerindeki sütlerle beni besliyordu ve “Sen benim kocamsın!” diyordu.

“Evet kocanım” diyordum.

“Sana bir sürü oğlak doğuracağım...” dedi

“Doğur” dedim

“Onların biri kucağında, biri omuzunda öteki de yerde otlarken resimlerinizi çekeceğim...” dedi

“Peki.”dedim

“Biliyor musun ben Ilgar büyücüsü tarafından keçi kılığına sokulmuş bir prensesim. Babam, annem Arap benim ve Arabistan'daki bir yerin kralı benim babam...”dedi

“Peki bu büyü hiç bozulmayacak mı?” dedim

“Bozulacak...”dedi. “Bir saat sonra dördüncü köpek havladığında...”

“Adın ne senin?” dedim

“Dilara...” dedi

“Çok güzelmiş..” dedim

“Haydi sevişmeyi sürdürelim..” dedi ve sürdürdük.

Dördüncü köpek havladı.

Dilara biçim değiştirdi, keçilik giysilerinden sıyrıldı, dünyalar güzeli bir kadın olarak dikildi karşıma ve aşık oldum ona. Bir de yeni kimliğine kavuşunca seviştik.

Uyandım. Susamışım.-

Kızının annesi serseri mayın gibi evin içinde dolaşıyordu.

Babasından miras kalan kalın paltoyu, içindeki toz zerreciklerinin arasına saklanan anılarla beraber giyip çıktı. 

Erdem Buyrukçu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM