Beyrut / Gözen Esmer
Yüzümün yarısı yok, kalanı tanınmaz halde. Sitare adını verdim bütün ölenlere, çünkü o bütün insanların gözlerini diktiği yerde. Ama Beyrut yanmaya devam ediyor çünkü hikâye daha bitmedi.
Sitare’nin yüzünün yarısı yok. Kalanı tanınmaz halde. Sitare adını verdim, 4 bin yıldır patlamalarda, katliamlarda, yağmalarda ölenlere. Beyrut’un en güzel ve en gururlu kadınının ismi. En azından benim evrenimde öyle. Fakat eminim, hepsi gökyüzünde birer yıldızı oldular Beyrut’un ve hatta çehresine bile karıştılar sokaklarının. Bu gizemli şehirle kurduğum bağ, yalnız gündemden kaynaklanmıyor. Bütün tarihlerde, bütün satır aralarında ve her ne kadar böyle bir genellemeye karşı olsam da Doğu şiirinde rast geliyoruz. Olayın başka bir yüzü daha var elbette, onu da edebiyat tarihçileri bulsun. Belirtmeliyim ki bu kurduğum bağ, Avrupalı Romantiklerin “vahşi”, ”ilkel” yaşama besledikleri bir tutku şeklinde değil. Egzotik bir merak da değil. Yalnızca ve yalnızca medeniyetin doğup geliştiği mekânlara, toplumlara duyduğum ilgi bir de çoban türkülerinin sesi ve duygudaşlık; yani ortak dertler, ortak mutluluklar Ama itiraf etmeliyim Kıbrıs’tan bir tanrı gibi uzanıp Beyrut’a gül uzatmak isterdim. Hem böylelikle kurtarabilirim metalik çağdan hepinizi. Belki ölmezdik binlerce kez ve limanlara bombalar değil, imgeler taşınırdı Nuh’un gemisiyle. Böylelikle en büyük mucizeyi göstermiş olurduk el birliğiyle. Amin Maalouf’un limanlarında yalnızca saadetin sakin meltemlerini duyardık ve ne Musa sürülürdü, ne de hüsn-ü Yusuf kuyulara atılırdı. Biz bütün güzellikleri acı bir tatla ve akan kanlarla karşılamazdık. Beyrut’un tarihi iç içe geçen bir insanlık tarihi. Batılı tarih yazıcılarına göre olduğu gibi saydam, çizgisel ve durmaksızın ilerleyen bir halde değil. Zaten artık zaman da çizgisel değil. Zamanda ilerlemek de yeni bir tarife muhtaç gibi görünüyor. Dört bin yıllık tarihi olan bir şehirden, Mısır Sülalelerinden, Levantenlerden, Fenikelilerden, Roma’dan, Türklerden, Araplardan ve Avrupalılardan ve tabii ki sözün göğünde süzülüşünden, alefin ya da elifin kutsal yolculuğundan söz ediyorum. Yakın dönemde kurtuluş savaşlarından, esareti kabul etmeyen bir halktan, intifadadan. Beyrut’ta hepsi iç içe yaşıyor hâlâ. Avrupamerkezciler böylesine hareketli, canlı bir topluma “pasif madde” gözüyle bakıyor. Yani medeniyetin kurulduğu, yükseldiği bu coğrafyada yaşayan insanlar artık birer nesne. Kültürleri ise ölü ve işe yaramaz. Çünkü yaşayan kültür teslim alınamaz, sömürülemez. Buna “Ari Model” diyorlar ve aslında gerçekleri şeytanlaştırarak kendi hırsızlıklarını yok etmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki Macron’un pişkinliği bu anlayışın çok da geçmişte bırakılmadığını gösteriyor. Mösyö Macron’a Beyrut kuyularından bir bardak soğuk su içmesini tavsiye ederim. Zira tarih toprağımızın onurlu zafer hikâyelerini yazıyor. Şimdi tam da bu yazıyı yazarken 5 saat geçti, ben Beyrut patlamasında çekilen o fotoğraftayım hâlâ. Limandan yükselen kara duman çocukların gözyaşlarına karışıyor. Gözyaşlarıyla, kanla karılacak şiirler, güneş yeniden yükselecek omzunda kadınların. Bizim diyarda söz bu yüzden değerlidir ve sessizliğin gizil gücüne bu yüzden inanılır. Belki eski Mısır gizli ayinlerinin devamı niteliğindedir sessizlik fakat bu asla bir teslimiyet değildir. Öfke biriktirmek de denebilir buna, yanardağın patlamak için yüzyıllar boyunca sakince beklemesi gibi. Yine de “bayrak çaldıklarını” söyleyenlere büyük bir yanıt gelecektir mazlumlar cephesinden. Biliyorum siz de Beyrut’u düşünürken insanlığınızla derin köprüler kuruyorsunuz ve bir sahra çadırında yaralarını sararken insanların,“Çağın kahramanı nerede?” diye soruyorsunuz. Ve ekliyorsunuz:” Yok mu büyüyü, ateşi bize getirecek bir insan? Kaderimizi mızrakların ucundan kim kurtaracak? Bir çağ yangınında hangi dirayetli karınca su taşıyacak?” Beyrut yanıyor, yüreğimde İbrahim. İbrahim’in yangını ve Hector’un intikamı. İşte iki tamlamayla kısa dünya tarihi. Haklısınız ve aynı zamanda haksızsınız. Çünkü kahramanlar çağını ve ilham zamanını çoktan geçtik. Yani artık birbirimizi kurtarabiliriz ancak. Beyrut’ta akşamdır şimdi ve yıldızlar yeniden görünecek. Umut göğerecek yeniden ve biz moloz yığınlarında kaybettiğimiz gülümsemeyi bulacağız. Yıldızların içinde bir yıldız olan Sitare çobanların türküsünü yeniden yakacak. Kapılacağız yeniden sözün büyüsüne ve kalbimizde simsiyah bir derinlik, bir nokta keşfedeceğiz, ismi Zühal, ismi Süveyda belki de kara sevda. Akdeniz’den Poseidon ya da Seth kucaklayacak Osiris’i ve bu deniz-kara çatışması son bulacak. O zaman kavuşur mu dersiniz çobanlar da sevgililerine? Acılarla dolu bir mutlu son. İşte yaşamın trajedisi. Şiir, söz demişken Nizar Kabbânî’yi hatırlatmak isterim size. Edebiyatımız Doğu’nun şairlerini unutmaya pek meyillidir. Kabbânî bu şairlerden yalnızca biri. Ama şu dizelere aşinasınızdır hepiniz: Ama bu metalik çağda Kabbânî, Beyrut’ta kaybediyor sevgili eşini. Sanıyoruz şu dizeleri de ona yazmıştı: Bir tek kadını mı seviyorum Şimdi paramparça, Nizar’ın biricik Beyrut’u. Ve evet bu metalik çağda her şey silahlı. En büyük gerçeklerden birisidir: Kalem kılıçtan keskindir fakat kılıç her zaman daha derine girer. Bizim kılıcımız zalimin boynunda hem de bütün insanlık adına. Kalemimiz ise biliyor öfke bıçaklarını hem de milimetrenin onda birini bile ihmal etmeyerek. Yüzümün yarısı yok, kalanı tanınmaz halde. Sitare adını verdim bütün ölenlere, çünkü o bütün insanların gözlerini diktiği yerde. Ama Beyrut yanmaya devam ediyor çünkü hikâye daha bitmedi. Gözen Esmer
Ormanın ağaçları
Silahlı adamlara katıldı ya
Güller, lekeli giysilere büründü ya
Silahlı başaklar çağında
Kuşlar silahlı
Kültür silahlı
Din silahlı
Yoksa bir kadındaki iki kadını mı
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR