Avare Düşler / Erkan Öztürk
Narin bedeniyle uyumlu ufacık parmakları şemsiyeyi zor kavrıyor. Sonbahar rüzgârı saçlarını tarıyor her sabah. Üzerinde kavuniçi pardösü… Bilmem ki her gün bu ıslak kaldırımlı dar sokakta ne arıyor. İşine gidiyor belli ki. Gerçi işine yetişmeye çalışan insanlar gibi telaşlı sayılmaz. Sanki bu sokağı seviyor, bu durağa nicedir aşinadır. Belki bir yerlere misafirliğe gidiyor. Yahut da bunların hiçbiri değildir. Benim ki de laf işte. Herkesi kendim gibi sanıyorum. İnsanın bir işi olmasa ne diye her sabah bu durakta beklesin, şu homurtuyla yaklaşan körüklüye itiş kakış insan seliyle birlikte sığışmaya çalışsın. Canına kastı yok ya.
Bu kız çocuğunu epeydir görüyorum. Solgun yüzlü, ufak tefek bir kız çocuğu. Görünüşü ağlamaya çok yatkındır. Gözlerinin üzerine düşen perçemini her defasında sıkılmadan geriye atar. Zayıf bedeninden beklenmeyecek bir çeviklikle kalabalığın içine karışır ve oturacak bir yer bulur kendine otobüsün içinde. Akşamları da saat altı olmadan aynı durakta iner, başı önde yürür. Köşedeki fırına uğrar, ekmek alır. Ve muhakkak manava… Hızlı adımlarla gözden kaybolur. Ardından uzun uzun dalarım.
Kahveci Salim’in sesiyle irkilir, kendime gelirim. Yanı başımdadır. Sol omzunun üzerinde kirli bir bez, beline bağlı rengi solmuş bir önlük, gömleğinin cebine sıkıştırdığı hesap defteri ve kulağının arkasında illaki bir kurşun kalem. Masamdaki boşu kaldırır, seri hareketlerle dolaşır masaların arasında, boşları toplar, siparişleri alır. Geceden bu yana birkaç saat bile kestirememiştir, kan çanağı gözleri yanmakta, göz torbaları şişkincedir, dudağının kenarındaki sigara dalı düştü düşecektir.
Az sonra içeri simitçi çocuk girer. Boyuna “sıcak simit, gevrek simit”, diye bağırır durur. Başındaki tabla devrilecek diye korkarım. Birkaç simit satar, avucunda biriken madeni paraları göz kararı sayar, kırmızı yanakları daha çok kızarır böyle anlarda. Sevincinden daha gür bağırır. “Haydi, ağabeyim gevrek bunlar”… Koşar adımlarla kahvede son bir tur atıp caddedeki kalabalığa karışır.
Biletçi amcanın da eli kulağındadır. Birazdan gelir. İçeriyi kaplamış sigara dumanını yararak iri cüssesiyle karşımızda belirir. Elinde birkaç deste piyango bileti… Acı öksürüklerle kesilen konuşmasına başlar. “Çekiliyor, büyük ikramiye”… “Sen de şansını dene”… “Bana çıkmaz deme”… Yorgun bedenini güçlükle dolaştırır kahvehanede. Şans oyunlarına meraklı masaları bilir. Özellikle onların yanına sokulur. Birkaç çeyrek satar, talih dağıtır, ağır adımlarla dışarı çıkar.
Ve dostum Yorgo Baba. Her zamanki masasında oturur. Kırlaşmış saçları alnına dökülmüştür. Yüzünde yılların çentikleri… Hepsi dolu dolu yaşanmış bir ömrün kanıtlarıdır. “Ben tarih kadar eskiyim”, der her fırsatta Yorgo Baba. Bilmem ki eski bir aşka mı efkârlanır, yoksa meyhanecilik yaptığı günlere mi? Yüzünü avucunun içine alıp mazide yitip gider.
Burada her günümüz aynı, her anımız birbirinin tekrarıdır. Limana gemiler yanaşır, martılar çığlık çığlığa uçuşur, güneş ufukta usulca kaybolur. Birkaç evsiz çevresini bile ısıtmayan sobaya sarılır. Hava kararmaya başladığında gramofondan yükselen nağmelerle içimiz ısınır. Bir emekli kulağını radyoya dayamıştır. Öteki elindeki gazeteyi dikkatle okur. Karanlık bir köşede saçı sakalı karışmış biri uyur. Sonra acıkmış bir kedi kapı aralığından içeri sızar.
Ben buğulu camın ardından dışarıdaki hayatları seyrederim…
Erkan Öztürk
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR