Adrese teslim iş / Celal Ulusoy
Uzunkuyu’daki çiftliğe iki yıl önce gelmişti. Çiftlik sahibi Ümmühan Şengül onu önce bağ bahçe işlerinde çalıştırmış, bir yıl sonra da Kahya yapmıştı. Güçlü kuvvetli, becerikli ve çalışkandı; elinden her iş gelirdi. Tam da Ümmühan hanımın aradığı adamdı. Ne de olsa yalnız ve dul bir kadındı…
Uzunkuyu’daki çiftliğe iki yıl önce gelmişti. Çiftlik sahibi Ümmühan Şengül onu önce bağ bahçe işlerinde çalıştırmış, bir yıl sonra da Kahya yapmıştı. Güçlü kuvvetli, becerikli ve çalışkandı; elinden her iş gelirdi. Tam da Ümmühan hanımın aradığı adamdı. Ne de olsa yalnız ve dul bir kadındı… Hırlısı vardı, hırsızı vardı; hem bunlarla uğraşacak, hem de işleri çekip çevirecek bileğine kuvvetli biri lazımdı ona. Ancak bir kusuru vardı Hasan Ali’nin: Kızdı mı yanına yaklaşılmaz, kızdıranı da elinden kimse alamazdı… Bu özelliğiyledir ki, kısa zamanda methini duymayan kalmamıştı çevrede. O artık herkesin çok iyi bildiği Ümmühan Hanımın Kahyasıydı; dokunulmazlığı vardı… Çiftliğe iş istemek üzere geldiğinde her şeyi anlatmıştı, abla diye hitap ettiği patronuna. Kız kaçırmaktan üç aydır arandığını, köylüleriyle ve kasabalarındaki siyasilerle ilişkilerini, yalnız kalan anasını… “Yüzündeki yaradan ele avuca sığmaz biri olduğun anlaşılıyor. Burada yaramazlık istemem… Sadece benden emir alacaksın ve benim dediğimi yapacaksın! Bir sorunun olursa bana söyleyeceksin! Haa! Hiç merak etme! Buralarda seni kimseler bulamaz. Jandarma bile…” demişti ablası da. xxx Hasan Ali, köyün bileğine güçlü delikanlılarındandı; dövüşte ve güreşte onu yenen ve yıldıran yoktu. Ünü uzak köylere kadar yayılmıştı yörede; efsane olmuştu adeta… Kendine güvenen onunla güreş tutmaya gelir, hevesini alır giderdi. Yenilgiye doymayanlar bir daha, bir daha gelirdi… Bir özelliği daha vardı Hasan Ali’nin: Herkesin işine koşardı, büyük küçük demeden. Hiçbir işten erinmezdi; tam bir yardımsever ve gönül eriydi küçüklüğünden beri. Babasını küçük yaşta kaybetmiş, ana oğul birlikte yaşıyorlardı. O zamanlar Demokrat Partinin güçlü olduğu yıllardı. Fakat Hasan Ali’nin ailesi Halk Partiliydi; İnönü’ye büyük saygı ve bağlılıkları vardı. Bir gün hasta muayenesi için komşu köye gelen, aynı zamanda Halk Partisinin İlçe Başkanı da olan Dr. Mehmet Tuna’nın cipini yaktılar köy girişinde. Yakanlar yakalanamadı; ama faillerin Demokrat Partili olduğu görüşü hakim oldu herkeste… Buna içerleyen Hasan Ali daha sonra köylerine gelen Demokrat Parti heyetini köy girişinde durdurdu, köye sokmadı hiç birini. Araya giren Halk Partililerin çabasıyla zorla ikna edildi. Bunu fırsat bilen Demokrat Partililer Hasan Ali hakkında sürgün kararı çıkarttılar; hem de Kars’a. Fakat bir türlü uygulayamadılar. Çünkü Jandarma bulamamıştı onu. Bağda, bahçede, yaylada, köyde yarı kaçak gibi dolaşıyordu. Bir akşam kahvede otururken, uzaktan akraba bildiği Rasim dayının küçük oğlu Ekrem geldi Hasan Ali’nin yanına, mahcup ve utangaç bir yüzle. “Merhaba Hasan dayı” diyerek yaklaşınca masasına, buyur etti onu Hasan Ali. Sonra da çay söyledi. İçtiler… Havadan sudan lafladılar biraz. Az sonra birer çay daha söyledi Hasan Ali. Bu arada, Ekrem’in tedirgin ve tereddütlü hareketleri, gözünden kaçmadı Hasan Ali’nin: “Sen de bir hal var yeğenim; kıvranıp duruyorsun geldiğinden beri, kapana kısılmış fare gibi! Dilinin altında bir şey var senin, ama çıkaramıyorsun bir türlü. Derdin varsa, buluruz bir çaresini be yeğenim. Burayı uygun bulmadıysan şöyle bir dolaşıverelim istersen, değirmene doğru” dedi ve hem kendi ayaklandı hem de Ekrem’i kaldırdı kolundan tutarak. Ortalık karanlıktı; o yıllarda elektrik ne arardı köy yerinde, varsa el feneri olurdu bazılarında. Değirmeni geçince yol kenarındaki duvarın üstüne yan yana oturdular. Hasan Ali gömlek cebindeki birinci sigarasını çıkardı; bir tanesini ağzına iliştirdikten sonra Ekrem’e uzattı. Ekrem nazlanır gibi oldu. “Al yeğenim al sıkılma; içtiğini biliyorum. Hem sana da bana da iyi gelecek” diyerek üsteleyince dayısı, bir sigara da o aldı. Kibritle yaktıkları sigaralardan iki nefes çekip, karanlığa doğru dumanını üfledikten sonra Ekrem sıkıntıyla: “Hasan dayı senden bir şey istesem yapar mısın?” diyerek başladı söze. “Hayırdır yeğenim! Bugüne kadar ne dedin de yapmadık!” “Ama bu sefer ki başka. Bu sefer senden çok mühim bir şey yapmanı isteyeceğim.” “Adamı çatlatmadan söyle o zaman aslanım.” “Şu bizim kız isteme işini diyecektim…” “Ha, o iş mi! Daha bir haber gelmedi değil mi? Sahiden, amma da uzattılar ha! Olur veya olmaz bir cevap verecekler. Bir düşüneceklermiş. Bu kadar da düşünmek olmaz ki canım. Hassas iş bu, uzatmaya gelir mi hiç.” “Çamdere’liler ‘bu köyden Derecik’e kız gitmez diyesilermiş” deyince Ekrem, damarına basılmış gibi oldu Hasan Ali’nin, “Ne diyesilermiş, ne diyesilermiş? Bir daha söylesene sen şunu bana yeğen.” “Bizim köyden tuz eken Derecik köyüne kız gitmez diyesilermiş.” “Bak sen şu karga çobanlarına. Hallerine bakmazlar bir de alay ederler ha. Gösteririm ben onlara… Şimdi benden ne istediğini söyle bakalım yeğen!” “Demem o ki…” “Korkma! Kaçıralım mı diyorsun?” Ekrem başını kaldırdı yanındaki Hasan Ali’ye baktı, alaca karanlıkta ikisinin de gözleri parlıyordu. Suskunlukları her şeyi anlatıyordu; ne gerekirse yapılacaktı. Hasan Ali şöyle bir etrafına baktı, sonra da fısıltıyla, “Üç gün sonra hazır ol yeğenim” dedi. Daha bir keyifle içtiler sigaralarını, üflediler dumanlarını karanlığa… Hasan Ali askerden geleli dört ay olmuştu. O günler köyün en civcivli zamanıydı; herkes işte güçteydi; ‘Kimsenin götüne sapan taşı rast gelmez’ cinsinden. Şimdiler de ise nispeten hafiflemişler, yer yer boşa çıkmışlardı. Kahveler akşamları dolup taşıyordu. Ekin hasadının sonu gelmişti. Sadece ekeneği biraz fazla olanların harman işleri devam ediyordu. Bu mevsim evliliklerin yapıldığı ve de elbette kız kaçırma mevsimiydi köy yerinde. Kız kaçırma deyince de Hasan Ali gelirdi herkesin aklına. Askere gitmeden önce köyün kız kaçırma uzmanı olarak adı çıkan Hasan Ali’den hiçbir kız kurtulamazdı; adeta kartal gibi kızı bileğinden kapar, sırtladığı gibi iki saat içinde istenen yere ulaştırırdı. Adrese teslim iş yapardı yani… Ama bu kez hiç de kolay değildi işi; ne de olsa başka bir köyün kızını kaçıracaklardı; köylüye rağmen. Hasan Ali bir kurmay gibi üç gün çalıştı üzerinde, kız ve ailesi hakkında gerekli bütün bilgileri topladı ve bir plan yaptı. Sonra arkadaşlarını çağırdı; çünkü bu iş iki üç kişiyle yapılacak bir iş değildi. Tam 15 kişi oldular; hepsi de silahlı. Kızı sabaha doğru evinden alacaklardı; babası harman yerindeyken. Ekrem’e Taş Harman mevkiinde beklemesini söyledi Hasan Ali. 15 silahlı delikanlı Çamdere köyüne geldiler gece vakti. Ezana daha vardı. Her biri bir kuytuya attı kendini evi de görebilecek şekilde. Eve Hasan Ali ile sadece bir arkadaşı girdi. Kız anasıyla birlikte aynı odada yatıyorlardı yan yana. Yanlışlık yapmama konusunda tecrübeliydi Hasan Ali. Bir keresinde kız sanarak anasını kaçırmıştı da ele güne karşı rezil olmuştu. O gün bu gündür daha bir titizleniyordu. El feneriyle birinin yüzüne baktı yorganı kaldırarak, Anasıydı. Yanındakine işaret etti Hasan Ali. Arkadaşı da ağzını kapatıverdi kadının. Uyanan kadın sesini çıkaramadı bir süre. Hasan Ali diğer yataktaki karartıyı, yorganla birlikte sırtladığı gibi kapıdan dışarı çıkmıştı o ara. Üç dakika sonra bir kadın sesi duyuldu, sonra da bir cayırtı koptu ki… 14 silahtan çıkan kurşun sesi darmadağın etti bir anda köyü. Gecenin karanlığında cehenneme döndü ortalık. Neye uğradıklarını şaşırmıştı köylü. Bir süre başlarını bile çıkaramadılar yorgandan dışarı; pustular tavşanlar gibi. Hasan Ali sırtındaki Kerime kızla çoktan yokuşu yarılamıştı bile. Kurşun atsan yetişmezdi Hasan Ali’ye. Gıkı bile çıkmamıştı kızın. Hasan Ali’nin daha omuzlarken söylediği, “Seni Ekrem’e götürüyorum” sözü yetmişti ona. Ekrem ile Kerime karı koca olmuşlardı dağ başında kuytu bir köşe de. “Böyle olsun istemezdim” dese de Ekrem, olan olmuştu bir kere. 15 gün sonra araya girenlerin çabasıyla Kerime’nin babası, “Gelsinler elimi öpsünler” demişti. Baba kızını ve damadını affetmişti ama, “Gecenin bir yarısı eşkıya gibi evime girip kızımı kaçıranı asla affetmem” deyip diretmişti. Köylünün de kışkırtmasıyla aleyhinde davacı olmuştu Hasan Ali’nin. Bunun üzerine Hasan Ali de kızmış, “Milletin kızını oğlunu baş göz ediyorum; hayır dua edeceklerine dava açıyorlar hakkımda” diyerek terk etmişti köyü. xxx Ekrem ile Kerime’nin bir de kız çocukları olmuş mutlu bir hayat yaşıyorlardı. Ekrem arada bir ağzını açıp Hasan Ali dayısından bahsedecek olsa, lafı ağzına tıkıyordu kayın babası, “Bana o ırz düşmanı eşkıyadan bahsetme” diyerek. Öte yandan kış aylarında köylülerle birlikte İzmir’in köylerine çalışmaya gelen Ekrem, gizlice ziyaret ettiği dayısına köyden haber getiriyordu. Maalesef bunların arasından beklediği haber bir türlü çıkmıyordu. “Senin kayınpederde keçi inadı varmış be Ekrem; bu nasıl bir inatmış ki, kine dönüşmüş. Ben ona edeceğimi bilirim amma, arada sen varsın!” derdi her seferinde. Kerim’in son gelişinde, “Kayınbabam şikayetinden vazgeçmedi ama, jandarmanın da seni umursadığını zannetmiyorum; eskiden olduğu gibi pek sıkı arayıp sormuyorlar. İki ayda bir, şöyle bir yokluyorlar sadece. Sanırsam senden umudu kesti bunlar dayı” deyişi aklına takılmıştı Hasan Ali’nin. Onun tek derdi Jandarma değildi aslında. Asıl derdi yavuklusu Sultan’dı. Çocukluğundan beri tutkun olduğu; askerden sonra seni alacağım dediği komşu kızı Sultan. Sıra ondayken Ekrem’in işi girmişti araya; yeğenini kıramamış, beklemeye almıştı Sultan’ı. Sürpriz bir şekilde planı bozulmuştu Hasan Ali’nin. Serde kendinden çok başkalarını düşünmek vardı bir kere. Başka türlü davranamamış kendi işini ertelemişti bir süreliğine. Ancak Ekrem’in kayınpederi ters çıkmış, Jandarmayı musallat etmişti başına. Sultan’a, “Beni bekle yakında seni almaya geleceğim” dese de, gelememişti… Başında temizlenmemiş bir bela varken ikinci bir belayı daha almak istemiyordu şimdilik. Köye bir kaç kez gelmişti kaçak olarak; sırf Sultan için. “Bekle beni” demişti her seferinde. Diğer zamanlarda da Ekrem aracılığıyla sürekli mektup göndererek oyalamıştı Sultan’ı iki yıl. Hatta iki ay da geçmişti. Artık sabırlarının sonuna gelmişti ikisi de; bıçak kemiğe dayanmıştı ki, hem de nasıl… “Ne olacaksa olsun beni de kaçır!” diyordu, yangın yerine dönen Sultan. Hasan Ali’ye yakışanı da buydu zaten. Hasan Ali boş durmadı; düşündü taşındı ve bir plan yaptı. Bu kez kararlıydı; kaçıracaktı Sultan’ı. Önce Ümmühan ablasına anlattı durumunu. “Kaldığın odanın yanındaki depoları da boşaltır size iki oda bir salonlu güzel bir ev yaparız merak etme” diyerek Hasan Ali’nin planını onayladığını gösterdi hemen. Sonra da, “İlle de kaçıracağım; ben başka bir yol bilmem diyorsun yani” dedi, hafiften sorgular gibi. Susmuştu Hasan Ali, yanıtı belliydi… “Madem öyle diyorsun, o halde dikkatli ol! Yakalanmadan tez al gel gelinimi!” diyerek kaygılarını da ekledi sözlerine ablası. Zaman kaybetmeden yeğeni Ekrem’e bir mektup yazarak planından bahsetti ve durumu Sultan’a, gelmeden bir gün önce söylemesini tembihledi Hasan Ali. Ne olur ne olmaz, tedbirli olmak gerekirdi. Hasan Ali, planladığı gibi yukarı yolu izleyerek geldi köye; Sultan’ı alıp aynı yoldan da kaçacaklardı. Taşpınar’da, eski bir handa geçirdi ilk geceyi. Köye hava karardıktan sonra girmeyi düşünmüştü, öyle de yaptı. Gecikerek çıktı yola ve doğrudan anasına vardı; elini öptü. Ekrem fısıldamıştı geleceğini; bekliyordu anası. Konuşup, hasret giderdiler bir süre, ocakta yanan odunların ışığında. Entarilik basmayla şeker getirmişti anasına… Yaya olarak yaptığı beş saatlik yolculuk yormuştu Hasan Ali’yi. Ayrıca biraz üşümüş ve acıkmıştı da. Anasının yaptığı sıcacık maş çorbası ilaç gibi geldi; iki tas içti soluklanmadan. Şöyle biraz uzanayım dedi, anasının misafirler için serdiği döşeğe. Geçiniverdi birden. Gecenin bir vaktinde çalınan kapıyla irkildi ana oğul. Birbirlerine baktılar endişeyle. “Korkma ana! Bakıver kapıya, belki Ekrem’dir. Sadece o biliyordu geleceğimi” dedi Hasan Ali. Saatine baktı ocağa tutarak: On ikiyi yirmi geçiyordu. Önlerinde daha üç saat vardı… “Sen de arkaya, ambara saklan oğlum. Ne olur ne olmaz!” dedi anası kaygılı bir yüz ifadesiyle. Kapıya gelenler sabırsızdı; durmadan çalıyorlardı.… “Tamam ana, ben arkaya geçiyorum, sen kapıya bak, bekletme geleni!” “Elleri kırılasıcalar! Kapımızı mı sökeceksiniz ayol?” diye söylenerek elinde idare, indi ana kapıyı açmaya. “Kim o, gecenin bu saatinde?” “Benim Döndü kadın! Ben Muhtar Ali!” Muhtarın sesini tanıyınca sürgüsünü çekip kapıyı açmıştı ki, bir başçavuş iki jandarmayla yüz yüze geldi Döndü kadın. Muhtar kenara çekilmişti. “Evi arayacağız, bir kanun kaçağını sakladığınız hakkında ihbar aldık” dedi Başçavuş ve yürüdü içeri. Şaşıran Döndü kadın muhtara baktı. Muhtar çaresiz boynunu eğerek, “Hasan Ali’nin köye geldiğini söylemiş biri. Eğer öyle bir şey varsa teslim olsun, bitsin bu iş Döndü kadın! Bunun sonu yok, bilirsin. Yukarda ise gelenleri bir sürpriz bekliyordu. Evin arka kısmındaki samanlık çıkışından kaçabilecekken, bunu kendine yediremeyen Hasan Ali onları karşıladı sahanlıkta. “Ben de sizi bekliyordum komutanım!” dedi gelenlere gülümseyerek. Şaşkınlıkla karşısındaki adamı süzen Başçavuş kendini toparladıktan sonra, alaycı bir yüz ifadesiyle, “Yahu Hasan Ali, madem bizi bekliyordun, niye daha önce haber salmadın? Seni de fazla bekletmezdik be aslanım!” diye yanıt verdi ve sonra da şöyle bir konuşma geçti aralarında: “Komutanım bana bir hafta izin verin, son bir işim daha var, onu da yapayım. Söz, gelip kendim teslim olacağım…” “Ne işiymiş bu? Gene kız mı kaçıracaksın?” “Bu kez kendim için komutanım; bu son olacak.” “Höst! Sen benimle dalga mı geçiyorsun, pazarlık mı yapıyorsun Hasan Ali? Sen önce eski hesabı kapat, sonra da konuş benimle ne konuşacaksan. Asker, takın kelepçeleri!” O gece Jandarmanın Hasan Ali’yi götürdüğünü üç kişi biliyordu: Annesi, Muhtar Ali ve Ekrem’in kayınpederi Çolak İbrahim. Hasan Ali üç ay on gün yattı mahpus damında. Sultan’a annesiyle haber gönderdi, beklesin diye. Çolak İbrahim muradına ermişti. Kızının anasıyla yaptığı konuşma sırasında duymuştu tesadüfen Hasan Ali’nin geleceğini. Hiç üşenmeden de koşmuştu Jandarmaya. İstediği, Hasan Ali’nin cezaevinde çürümesi değil burnunun sürtülmesiydi sadece. O da olmuştu işte… İlk duruşmadan bir hafta önce arzuhalciye bir dilekçe yazdırarak şikayetinden vazgeçti. Serbest bırakılan Hasan Ali, aynı gün akşamüzeri, bir cip kiralayarak köye doğru yola çıktı. Cipin şoförüne aşağı mahallede beklemesini söyledikten sonra gece karanlığında anasının evine vardı. Salıverildiğinden kimsenin haberi yoktu; annesinin bile. Şaşıran annesi, “Mahpushaneden mi kaçtın deli oğlum, ne bu halin?” deyince durumunu açıkladı ve “şimdi de Sultanı kaçacağım” dedi. Biraz yolluk hazırlamasını söyledi. “Oğlum sen delirdin mi? Daha yeni çıktın mahpushaneden. Birkaç gün geçsin, dinlen! Hem gider usulüyle ister, baş göz ederiz sizi. Beklemekten bir haller oldu kıza zaten. Senden başkasına varacak değil ya!…” diye söylenirken anası, dama çıktı Hasan Ali. Daha önce sözleştikleri gibi el fenerini Sultanların evine doğru tutarak üç kez yakıp söndürdü. Adeta uçarak indi damdan. Biraz oyalandı… Ağlayan anasının elini öptü, helallik aldı. “Söz veriyorum, en kısa zamanda elini öpmeye tekrar geleceğim gelininle” dedi ve çıkıp gitti bir mermi gibi. Ardından yaşlı gözle bakıp kalan Döndü kadının ağzından “Deli oğlan! Sen ne zaman akıllanacaksın bilmem ki?…”sözleri döküldü boşluğa belli belirsiz. Yarım saat sonra bir cip gidiyordu kasabaya doğru, farları nerdeyse bütün vadiyi aydınlatırcasına. Kimse bilmiyordu, ama Hasan Ali yine iş başındaydı. Celal ULUSOY 28 Mayıs 2019 Karataş İZMİR
YORUMLAR