Son Dakika



Seksi de geç yakalamışımıdır, taksiyi de; ikisini birleştiren, o suçlu “x”ten çok daha öte bir şeydir.

Yirmi bir yaşıma kadar bir taksiye binebilmiş değildim (hemen müstehcen bir çağrışım yapmasın bu kelime). Kadınlarla da aynısı başıma geldi. İkisinden de kaçınmamın ilk nedenleri —aynı zamanda da son— karmaşıktır, bu yüzden bunlara başka bir bölümde değineceğim.

Taksilere gelince, 1950 yılında bir şafak vakti, cömert bir genç bayanı taksiyle evine bırakana değin beni taksiye binmekten alıkoyan nedenler ekonomikti. Beş yıl sonraysa, artık ıslah olmaz bir yolcuydum; o zamandan beri de taksiyle yolculuk yapmaktan vazgeçmedim. 1967'den itibaren, bir tür batıl inanç sayılabilecek kişisel nedenlerle, Londra'da bir daha metroya binmedim ve bir yerden ötekine hep taksiyle gittim.

Tek tip kiralık arabaların kullanımı geçen yüzyılda doğmuşsa, otomobille birlikte taksinin doğuşuna tanıklık eden de bu yüzyıldır. Her ikisinin de kökeni Amerika Birleşik Devletleri'ne uzanır. (Etimoloji âşıkları için, Batı dillerinde taksi ve vergi sözcüklerinin aynı kökenden geldiğini söylemek gerekir. İngilizce konuşulan ülkelerde bu son derece belirgindir; İspanyolca'da ise vergi anlamına gelen tasa sözcüğü biraz daha dolaylı bir şekilde taksi sözcüğünü çağrıştırır.)

Bir ara, pek çok şehirde binmiş olduğum taksilerle aramdaki ilişkiyi anlatan bir makale yazmaya niyetlenmiştim; yola çıkış düşüncem, her ülkede taksinin, ulusal yaşamın bir yansıması olduğuydu. Bu yazıma Taksisini Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim gibi bir başlık atmayı düşünmüştüm.

Şimdi bu, daha az tutkulu, daha sınırlı yazıda Londra taksilerinden söz edeceğim. En başta, Sherlock Holmes'ün serüvenlerinde arabalara verilen değerin bir eşi bulunmazken, yazın alanında taksinin kullanımına pek az rastlanmasının nedenini araştırmak istiyorum (elbette Amerikan yazını hariç; bir de yazının ta kendisi olan Proust: Yaşamında olduğu kadar ünlü anıtsal romanında da taksiye pek önem vermiş olan Proust). (Gizemli bir Fransız romanı vardır, Le taxi fantöme diye pek manidar bir de adı vardır, ben okumuş değilim.) Anımsadığım en güçlü ve canlı taksi şoförü portresi, (Parisli olmalıydı) Francis Steegmuller adında önemsiz bir yazarın öyküsünde çizilmiş olandır: O öyküde taksi şoförü şeytansı bir yaratık olarak ortaya çıkar.

Taksiler sinemada, özellikle de Amerikan sinemasında, yazında olduğundan çok daha önemli bir rol oynar. Defalarca parodileşen o ünlü klişe, “Öndeki taksiyi izle” sinemadan çıkmıştır. Ellili yılların önemsiz filmlerinden biri, kendi taksisini almak isteyen bir şoförle, kızını dillere destan bir düğünle evlendirmek isteyen karısının çekişmesini konu eder.

Taksiyle Amerikan sineması arasındaki ilişki, pek yerinde bir adı olan o kanlı filmle, Taxi Driver'la (Taksi Şoförü) doruk noktasına ulaşır; o filmdeki taksi şoförü önceleri cehennemi şehir yaşantısının seyircisiyken, sonradan deliliğe memur olup en sonunda da alevler püskürten kılıcıyla aşağı mahalleleri dolaşan bir intikam meleği kesilir.

Ama sinemada en sevdiğim taksi sahnelerinden biri bir taksi durdurma sahnesidir; eskilerden Alexander's Ragtime Band filminin zirveye çıktığı sahneden söz ediyorum. Orada, en beğendiğim aktörlerden biri olan, taksi şoförü rolündeki John Carradine, yolcu rolündeki Alice Faye'le dostça sohbet etmektedir; başlangıçtaki neredeyse uğursuz varlığı, insanı duygulandıran bir iyiliğe dönüşerek çözülür. Taksi şoförünün bu bilge sohbetini yıllar sonra bugün bile hâlâ hatırlarım.

Ama ben İngiliz taksilerini anlatacaktım, en iyi bildiklerim onlardır. Dünyada başka hiçbir taksi, Londra taksileriyle aşık atamaz. Tek tip siyah taksilerin (gerçi beyaz dahil başka renkleri de dolaşmaya başladı; bu öyle bir beyaz ki, insan süt arabası veya cankurtaranla karıştırabilir) içi yolcuyla şoförü, bir dizi cam ve katlanır koltukla birbirinden ayırırken, yolcunun rahatı, yalnızca yolcunun değil, sürücünün de mahremiyeti için (İngilizceden çevrilmiş ve İngiliz halkının kişilik yapısını son derece iyi yansıtan bir sözcük) aracın dışı da gösterişsiz bir Rolls Royce'u andırır. Şoför (ki bunlara cab'lerin, yani eski tek atlı arabaların sürücüleri olan atalarını çağrıştırmak için çoğunlukla cabbie denir) neredeyse istisnasız o meşhur cockney denen, ilk duyuşta pek anlaşılamayan Londra aksanıyla konuşur.

Şoförle müşterisi arasında ilk ilişki, daha taksiye binmeden gidilecek adresin söylenmesiyle kurulur; yolculuğun bitiminde de ücret taksinin dışında ödenir. İngiliz ikliminin bu alışkanlığı kökünden kazımamış olması tuhaftır. Taksinin içinde, yolcuya “rahatı ve güvenliği” için arkaya doğru yaslanarak oturmasını salık veren bir tabela buİunur.

Geniş iç mekânın konforu taksinin dışındaki lambanın parlaklığıyla dengelenir; bu parlak lamba, Londra'nın gri renkli gündüzlerinin de yardımıyla, hatırı sayılır bir mesafeden boş taksiyi dolusundan ayırmayı olanaklı kılar. Özel bir mekanik düzenek sayesinde, taksiler diğer araçlara göre daha dar bir alanda dönebilir, müşteriyi hayrete düşüren bir kolaylıkla daracık sokaklarda manevra yaparlar.

Yıl 1963, itiraf ediyorum, ilk buluştuğum taksi, bir ilk görüşte aşk vakası oldu (ya da ilk yolculukta). O günden beri, taksi tutmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum. Karım istediği kadar kapris desin, kepazelik desin.

TAKSİ ve SEKS

Karımın taksi tutmak konusundaki isteksizliğine de değindikten sonra, yine başa, taksi ve sekse dönüyorum. Londra, Fransa ve Amerika taksilerini kimileyin dramatik, bazen de komik ama her zaman şaşırtıcı şekillerde kullanmış bir İngiliz yönetmeni, Alfred Hitchcock bu konu hakkında epey fikir yürütmüştür. Hitchcock, taksilerden çok kadınlardan söz ederken der ki: “Kesin olan bir şey varsa, o da cinsel anlamda en ilginç kadınların kesinlikle İngiliz kadınları olduğudur” ve ele aldığım konunun ilk bölümüyle ilgili bu açıklamanın ardından hiç düşünmeden ikincisine atlar: “Öğretmen kılıklı bir İngiliz kızcağız, adamın biriyle taksiye binip, şaşıracaksınız ama, adamın pantolonunu açma becerisini gösterebilir.”

Katolik inancından dolayı sıkılgan bir adam olması beklenebilecek Hitchcock, öğretmen kılıklı İngiliz kızın bir adamla taksiye bindiğinde pantolonun neresini açtığını, benim İspanyolcama göre İngilizcede çok daha kesin bir dille anlatıyor. Daha önce de söylediğim gibi, kimileyin İngiliz kızlar (içlerinden benim tanıdığım bir tanesi öğretmen kızcağıza benziyordu), bazen de Londralı kadınlar eşliğinde Londra'da çok taksiye bindim, çok taksi çevirdim - ama ah, hiçbir zaman yol arkadaşımın üstüme çullandığı ve o gün Hitchcock'a yapılanı yaptığı olmadı. İtiraf etmeliyim, hiç böyle tatlı bir heyecan dalgası yaşamadım. Alfred Hitchcock, korku ve gerilim filmlerinin babası olmaktan öte, son derece afrodizyak biri olmalı. O, belki de taksileri...

Guillermo Cabrera İnfante
(Şehirler Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, çeviren Zeynep Önal, İst. 2003, s. 19 – 21)


Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM