"Gerçeklerin kenti" 1960'larda Ankara - 2 / Mehmet Tanju Akad
.....
O günlerin hakim kültürü, toplumu istediğin gibi büküp yoğurabileceğin bir şey olarak gösteriyordu. Dünyada her şey değişirken ülkemizin bizden önceki nesilleri bunu yapamamıştı. Dolayısıyla bizden önceki solcuların akılsız ve beceriksiz olduklarına hükmetmek gerekirdi. Biz "çok özel ve akıllı olduğumuz için" önümüz açıktı. İyi toplumu kuracaktık. Bunu yapamayacağımızı anlamak için 1970'lerin ilk yarısını yaşamamız yetecekti ve yiyeceğimiz dayakları da hak etmiştik doğrusu.
1960'larda tipik kış ritmimiz şöyleydi: 14:30 veya 15:40'da okuldan çıkıp ya Ziya Gökalp ya da çoğunlukla Sakarya'dan Kızılay'a kadar otura kalka, konuşa, konuşa yürürdük. Bu çok yavaş, saatte ortalama 300 metre gibi bir hızda olurdu. Yedinci sınıftan itibaren Sakarya ile Mithatpaşa'nın kesiştiği noktadaki Missourri kıraathanesinde oturup çay içer, bazen günün stresini atmak için birkaç el iskambil oynardık. O kadar büyük görünürdük ki, kimse bize bir şey soramazdı. Zaten asla yarım saat, bilemedin 45 dakikadan fazla oynamazdık. Sonra kalkıp Sakarya'dan Selanik köşesindeki pasajın altındaki sahafa beş dakika göz atar, bazen Bilgi Kitapevine uğrayıp, sonra yabancı dilde kitaplar satan Tarhan Kitapevine girerdik. Burada biraz vakit geçirir, paramız yetmeyen kitapları her gün ayakta azar azar okuduğumuz için görevli bizi görünce kararır, etrafımızda gezip huzurumuzu bozmaya çalışır ama kovmazdı da. Kitapların yıpranmasından endişe ederdi. Oradan çıkıp sahafların merkezi Kocabeyoğlu Pasajı'na gider, uzunca bir vakit de orada harcardık. Hepsi bizi tanır, aldırış etmezlerdi. Diğer kitapçılar ve kütüphanelere gelince... Bunları ayrı bir yazıda anlatmak iyi olur. Her neyse, sonra eve gidip biraz uyur, bir şeyler atıştırır ve haydi gece sohbetine. Hava iyi ise ve ertesi gün okul yoksa Kızılay'ın parklarında oturup, sabaha kadar dünya sorunlarını konuşurduk. Evlerimiz çok yakın veya uzak fark etmez, büyükler liseli evlatlarını hiç kısıtlamazdı, çünkü henüz herhangi bir tehdit algılaması yoktu. Evi uzak olanlar sabaha kadar çalışan dolmuşlarla uyumaya gider, biz de iki adım yürür, belki birkaç sayfa daha okur, gözlerimiz kapanırdı. Ben 24:00'de başlayıp sabah 0.5'te sona eren Bükreş Radyosu'nun müzik programını dinleyerek kitaplara dalardım. Beş saat boyunca hiç ara vermeden dönemin en popüler parçalarını çalardı. Şimdi, saat 11:30'da sözde derse oturur, "önce şu kitaptan bir bölüm okuyayım sonra çalışırım" derdim. Saat 11.54'de bölüm biter, "tamam 12'de derse başlayacağım." Sonra saat 12.23 ve "bu bölümü de bitireyim öyle." Önce bölümü, sonra saat başını diye, diye ders çalışamayacak hale gelir, radyo kısık çalmaya devam ederken uyuyakalıp sabahı bulurdum.
1964 yılında Selanik caddesinde oturuyordum. Salon penceresinden baktığımda tam karşımızda solcu öğrencilerin derneğini görüyor, acaba bunlar ne konuşuyor diye merak ediyordum, ama o kadar da fazla değil. Fakat, Allah için, ikişerli üçerli kafa kafaya verip öyle ciddi fiskos yaparlardı ki, sanırsınız dünyanın tüm yükü, ülkenin tüm geleceği onların sırtında. Hani on beş dakika sonra devrim olacak da, onlar yaklaşan krizi görüşüyorlar. Arka pencerelerimizden Konur Sokaktaki evlerin bahçeleri görünüyordu ki, burada sonra MHP olacak CKMP merkezi ile Komünizmle Mücadele Derneği ile solcuların o dönemde biraz daha ağır bastığı Mülkiyeliler Lokali bulunuyordu. Yani, bunların hepsi yüz metre içerisinde olup, evimiz de bunların tam ortasında sayılırdı. Sokak çatışmaları henüz başlamamıştı ve adeta 1961 Anayasası ile desteklenmiş bir demokrasi ortamında yaşıyor gibiydik. (Bu arada belirteyim, Anayasa Mahkemesi de o dönemde, gene Selanik Caddesinde bizim evin karşı çaprazındaki bir binada faaliyet gösteriyordu.) Ne var ki, bu yeni demokrasiden istifade eden herkes, bunu yıkmak için çoktan kolları sıvamıştı, ama tabii biz bunu bilmiyorduk. Bu ortamda 1965 seçimlerine gidildi. TİP Meclis'e girdi. Bu ahalinin büyük bölümü için bir şok teşkil etti, başka bir döneme girildiğinin tescili oldu. Ama solculara epey moral verdi ve her şeyin daha iyi olabileceği düşüncesi yerleşti. Ama olmadı. Bunun nedenleri çoktur ve Allah hakkı için, tüm suçu da solculara ait değildir ama onlar da hata yarışına girmişlerdi. Bu arada komando kamplarında yabancılar tarafından eğitilen silahşörler öğrencileri vurmaya başlamıştı ve ölen ilk 23 kişinin hepsi solcuydu. Dikkatler buraya çevrilmişken Kızılay'da garip kıyafetli kişiler garip bir gazete satıp "dünyayı hayvanlar yönetiyor" diye bas, bas bağırıyordu. Üstelik bu, her akşam subay ve memurların tam işten çıktıkları saate yapılıyordu. Durumda bir anormallik vardı. Ne olduğu 45 sene sonra Fethullah terör örgütü olarak ortaya çıkınca anlaşılacaktı. Gerçi daha önce anlayanlar da oldu ama bir şey fark etmedi. Zaten faili meçhul cinayetler yaygınlaştı. Geçmişten kurtuluş yok.
1968 yılında solda ideolojik tartışmalar çoğalmakla birlikte, bunları izleyemiyor ve zaten anlamsız buluyordum. On altı yaşımda bunları kavrayacak bilgimiz yoktu. Milli demokratik devrim diyenler bizde sosyalizmin olamayacağını, önce emperyalizme ve feodalizme karşı savaşılması gerektiğini söylüyorlardı. Ama Türkiye'de feodalizm yoktu ki. Yani hemen hemen yoktu. Fiilen çok sınırlı bölgelerde olmakla birlikte, esas zihinlerde yaygındı. Her neyse, sosyalizmin niçin olamayacağını kavrayıncaya kadar birkaç yıl daha geçti. MDD'nin (milli demokratik devrim) öne çıkıp yaygınlaşmasında kontr-gerillanın büyük katkısı oldu. Anti-emperyalist eylemlere karşı şiddet içeren taarruzlara kalkıp cinayetlere başlayınca, savaşın kaçınılmazlığı fikri yerleşti. Adam seni öldürüyorsa ne yapacaksın. Zaten (o günlerin moda lafı) biftek, vs. ve devrim kansız olmaz. O zaman da MDD'cilerin göz açıp kapayıncaya kadar bin parçaya ayrıldığı görüldü. Yok köyden mi başlayacak, kentten mi başlayacak, yok işçi sınıfının fiili öncülüğünde mi olacak ideolojik öncülüğünde mi olacak, yok Türkiye feodal midir, kapitalist midir, Rusya sosyalist midir, revizyonist diktatörlük müdür filan falan derken işler çığırından çıktı. Önce bir durup düşünelim diyenleri kimse dinlemeden herkes olayların peşinden sürüklenmeye başladı. Bu sırada bir tek akıllı kişi, TİP başkanı Mehmet Ali Aybar "güler yüzlü sosyalizm" kavramını yerleştirmeye çalıştı. Anında kötü adam oldu. Milletin kafasında sadece bir tek sosyalizm vardı ve bu sosyalizmde asık suratlı adamlar insan biçmeye çıkıyordu. Güler yüz ne la! Kodum mu oturturum valla. Utanarak söylemeliyim ki, biz de yanlış tarafta kaldık. "Sosyalizm sosyalizmdir, bir de bunu çıkarmasınlar başımıza" filan dedik. Sanki sosyalizmin ne olduğu belliymiş de, biz bunu iyi bilirmişiz gibi.
.....
O dönemde (de) herkes abus suratla gezerdi. Ben, tüm insanlara saygımdan biraz güler yüzlü gezdiğim, başımı hafifçe eğerek selam verdiğim, sonraları da bazen sakal bıraktığım için herkes turist zannederdi, çünkü -gerçekten- sadece "ecnebiler" güler yüzlüydü. Çok ilginç hikayelerim vardır, yeri gelirse anlatırım. Anadolu ahalisindeysen "karı gibi" sırıtmazsın. Çevreden değilsen, güler yüzlü adamı dışlarlar.
.....
1965 yılında Ihlamur Sokak'ta AST'ın tam karşısındaki Lale Apartmanı'na taşındık. Akşam üstleri bıyıklı, keskin bakışlı devrimciler tiyatronun önünde toplanıp gene fiskos ederdi. Bunların fiskosundan tüm ömrüm boyunca (yani bu işlerden elimi çektiğim 1991 Aralık ayına kadar) kurtulamadım Sürekli asık suratla dolaşmaları bıktırıcıydı. Ulan azcık gülsene be! dünyalar mı yıkılır, imajına halel mi gelir, ayarın mı bozulur. O sevimsiz suratlarla başarılı mı olacaksın? İşte kendileri gibi olanlarla oyalanıp sahneden çekildiler, bir daha da çıkamadılar. Bu arada devrimci kızlar da aynı asık suratı takınırdı. Son yıllarda ara sıra Ankara'ya gidince Konur Sokağın köşesinde, bazen de Sakarya ile Selanik'in kesiştiği yerde bunların kin dolu çirkin bakışlarını görünce içim bulanıyor. Biraz düzgün baksan suratın mı yırtılır. Birisine bir şey anlatmak istiyorsan gülümsesene. Bizden olmayanın canı cehenneme dedikçe (ki bakışlarıyla aynen bunu diyorlar) yedi kişiden beşe, beşten ikiye inip yok oldular. Hala birkaç kişi kalmışsa, onlar da siyasetin aksesuarı olarak duruyorlar. İşte, eskiden de pis sakalla gezer, pis bakarlardı ama "devrimci bacılar" daha bir şedit görünüşlüydü. Nitekim herkes onlara bulaşmaktan kaçınırdı. Laf aramızda, erkekler arasında -haklı olarak- çok da gırgır konusu olurlardı: "Hangi yenge daha korkunç bakıyo, yavaştan uzaklaş."
.....
Solcuların fraksiyonlara ayrılması tamamen ahbap çavuş ilişkilerinden, çevrelerinden kaynaklanıyordu. Öncelikle, kimse zaten doğru dürüst bir şey bilmezdi. Bilse de bunun kıymeti yoktu. Ezici çoğunluk arkadaşının fraksiyonuna katıldı, sadece arkadaşı orada olduğu için. Sorgulamaya kalksan tümü üçüncü, bilemedin beşinci sorudan sonra dağılırdı.
.....
1970 öncesi Ankara'sı bizim için "açık şehir" idi. Azalarak da olsa, bir ölçüde 1980'e kadar devam etti. Her istediğimiz yere girer çıkardık. Örneğin biz futbol oynamak için ÖDTÜ'ye gider, genellikle İdari İlimler'in garajlara bakan tarafındaki sahada ter atardık. Gidiş gelişte de Amerikalılardan alınmış, muhtemelen büyük savaştan kalmış "et arabası" tabir edilen otobüsleri kullanırdık. Tek bir kişinin bile bize durun, kimsiniz, nereye gidiyorsunuz dediğini duymadım. Kolay kolay diyemezlerdi de, çünkü bazıları sempati duyar, diğerleri de korkardı. 1980'den sonra durum tersine döndü.
.....
Lise son sınıfı okuduğumuz 1968-69 kışında, galiba yılbaşından hemen sonra idi, bir gün tüm Ankara 3. Dünya Savaşı çıkmış gibi sarsıldı: "Komer'in arabasını yakmışlar." Gerçekten de Amerikan büyükelçisinin arabasının yakılması büyük bir meydan okumaydı. Okuldan bir arkadaşımızın "ağabeylerle" daha yakın ilişkisi vardı. Ertesi gün ne oluyor diye ona sorduk. Adeta savaş sırlarını istemişiz gibi "sizi ilgilendirmez, her şeye burnunuzu sokmayın" diye feci terslendik. Tabii sonradan anladık ki bi mok olmuyormuş. Bizimkinin havası batsın.
.....
ODTÜ zaten bildiğimiz bir yerdi. Bu olay üzerine kararımız kesinleşti. O yıl üniversite sınavlarında sanırım 2 veya 3 kişi hariç, sınıfımızın tümü bu okula kaydoldu. 1969 yılının sonlarında okula başladık. 1960'larda, yurtsever aklı temsil eden yetenekli kişilerin bir yerlerde var olduğunu, günün birinde ortaya çıkıp gerekli liderliği yapacaklarını hayal ediyorduk. Böyle kişilerin olmadığını anlayıncaya kadar birkaç yıl daha geçti. Bu konuyu şöyle özetleyip geçeceğim: Nitelikli kişilerde liderlik hırsı, liderlik hırsı olanlarda da nitelik bulunmuyordu. Taban bir avuç yeteneksiz kişinin elinde heba oldu. Kader utansın.
.....
Yurtseverlerin bir üst aklı yoktu. İşbirlikçilerin üst aklını iyi-kötü biliyorduk. 1970'lerin her gününde, büyük felaketi atlatabilecek zaman olması için yakardığımı hatırlarım. Kime yakardıysam artık. İnsanların iyi niyetli olduğunu ve onlara yol gösterebilirsek doğru yolu bulacaklarını umduk. Ama lider ikamesi olarak ortaya düşenlerin böyle bir dertleri yoktu. Hedeflerine ulaşıp ulaşamamayı dert etmiyorlardı fakat, sistemli çalışma fikrinden nefret ediyorlardı. Hala da ederler. Can çıkar, huy çıkmaz.
.....
Anti-emperyalizm kendisine bir çerçeve ararken, sosyalizm, bunu temin ettiği iddiasıyla hayatımıza girdi. 1960'larda bu şaşırtıcı değildi. O dönemde dünyanın üçte birinin sosyalizme geçtiği ve bunun devam edeceği büyük bir güvenle öne sürülmekteydi. Sömürgelerde ulusal kurtuluş savaşları birbiri ardına başarıya ulaşıyor, Küba Amerika'ya kafa tutuyor, Vietnam dişe diş, göze göz savaşıyordu. Bunlardan etkilenmemek olanaksızdı. Kaldı ki, o dönemde, ufak tefek sayılan çatışmalara rağmen dünyada sosyalizmin bütün olduğu, bu anlaşmazlıkların er geç giderileceği sanılıyordu. Bunun böyle olmadığı 1968-69 yıllarında kesin bir şekilde ortaya çıktı. İlk anda, daha 1968'de, gençlik olaylarının son bir köpükten ibaret olduğunu, Avrupa sosyalizminin artık kapitalizmle bütünleştiğini anladık. En ufak bir yanılgı yaşamadık. Bununla birlikte diğer konularda yanılgılarımız ve kararsızlıklarımız bir on yıl daha sürecekti. Bu sırada en büyük gerçeğimiz olan Soğuk Savaş'ın bize nasıl yansıdığını henüz tam anlamamıştık. Kimileri çok uzun süre anlamadı ve hala da anlamayanlar var. Allah akıl fikir ihsan etsin diyelim.
......
Böylece, huzurlu bir hayattan 1960'ların son iki yılında son derece gergin ve belirsiz bir ortama geçtik ama bu henüz günlük hayata fazla yansımamıştı. Hatta, bize taze bir macera rüzgarı getiriyordu ve biz adeta yıllardır beklediğimiz savaşı kazanacağımızdan en ufak bir kuşku duymuyorduk. Emperyalistleri ve işbirlikçilerini kovacak, sosyal adaleti ve kalkınmayı sağlayacaktık. Bizim bunları hayal ettiğimiz günlerde Fruko denilen toplum polisleri, gardiyanlar ve inzibat bölükleri cop idmanı yapıyor, atacakları dayaklar için iyice bileniyorlardı.
SON
Menmet Tanju Akad
GERCEKEDEBİYAT.COM
1960'ların Ankarası üç yüz binden çıkıp 1970 yılında bir milyon nüfusa ulaşıp geçerken, biz de sekiz yaşımızdan çıkıp on sekiz yaşımıza vardık. Bu arada ne yaptık. Gençlerin yaptığı şeyleri yaptık ve ayrıca deli gibi binlerce kitap okuduk ama yol gösterenimiz olmadığı için ulaştığımız bilgilerden yararlanamadık. Sonsuz özgüvenimiz bir işe yaramadı. Sonraki tüm felaketlerin temeli 1960'larda, hatta daha da önceleri atılmıştı ve bunu değiştirme gücüne sahip değildik. Niteliksizlik batağında boğulduk. Haa, bizden çok daha bilgili ve tecrübeli bazı ağabeylerimiz vardı ama onların da elinden bir şey gelmedi. Büyük olaylar karşısında üç beş kişinin hükmü olmuyor.
YORUMLAR