Kahrolsun istibdat! Yaşasın hürriyet!
Yakın tarihimizin en önemli ve olumlu olaylarından biri, şüphesiz ki, 1908’de meşrutiyetin yeniden ilanıdır. İdeolojik formasyonu Osmanlı’nın son döneminde oluşan, 1950’lerden bu yana güçlenerek büyüyen, iki binlerde en güçlü haline kavuşan ve kurumsallaşan İslamcı-Doğucu cephenin militanları bu gerçeği ters yüz etmeye çalışsalar ve bunda kısmen başarılı olsalar da bir şey değişmez. Onları bu konuda fazlasıyla öfkelendiren şeylerse, Jön Türklerin tarih sahnesine çıkışıyla meclisin yeniden açılması, “ulu hakan”larının önce etkisizleştirilmesi, ardından devrilmesi ve bir şekilde bu sürecin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile neticelenmesidir. Bu, onların bakış açısıyla anlaşılırdır. Ancak tuhaf olan, bunların karşıtı başka bazı kesimlerin, “Temmuz devrimi”ni gereken özenle ele almamaları ve dahi geçersiz tezlerle önemsizleştirmeye çalışmalarıdır. Bu vesile ile ve konunun tarihsel ve politik öneminin altını çizmek adına ısrarla söylemeliyiz ki, 2. Meşrutiyet’in ilanı bir burjuva devrimidir. Bu, oldukça önemli bir konudur. Türkiye’de sosyalistlerin, ya da sağcıların dışındaki muhalif grupların diyelim, bu tespiti yapmamış veya yapamıyor olmaları, bunların bugün siyasette bir odak haline gelememelerinin sebeplerinden başlıcalarındandır. Tarihin sınıf mücadelelerinden oluştuğunu sürekli dile getirmek yetmez, bunun anlamını da idrak etmek gerekir; zira sınıf savaşımı, sadece işçiler ve patronlar arasındaki karşıtlıktan doğmaz: “Burjuvazinin, toplumun diğer sınıf ve katmanlarını da seferber ederek veya onları dışlayarak kapitalizm öncesi topluma ve o toplumun hâkim sınıflarına karşı verdiği mücadele de bir sınıf mücadelesidir.” (Sungur Savran, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri Cilt: 1 1908-1980, Yordam Kitap, 2010) Buna ek; ilk burjuva devrimimizi benimseyemeyen ve/veya küçümseyen politik grupların tezlerinde, devrimin öncüsü İttihat ve Terakki, her zaman olumsuzlanır. Çok az konuda, ülkemizde böyle bir uzlaşı vardır(!) Fakat politik dincilerin Yahudicilik-masonluk; liberallerin ırkçılık, antidemokratiklik; Kemalistlerin maceracılık; sosyalistlerinse bunlardan aldıkları tutarsız argümanlarla, çokça da darbecilikle suçladığı bu örgüt, en az yaptığı devrim kadar önemli ve orijinaldir. İttihat ve Terakki Cemiyeti 33 yıl süren padişahlığı döneminde adım adım kesif bir baskı düzeni inşa eden, kendisinin tahta çıkmasını sağlayan Mithat Paşa’yı dahi öldürtecek kadar acımasız olan, tarihin ileriye akışını engelleyen bir hasta despota karşı; asker ve sivil, Osmanlı ülkesinde yaşayan her milliyetten insanı bir araya getirmiş, istibdat düzenine karşı mücadele vermiş, demokratik dönüşümlerle “devr-i hürriyet”i başlatmıştır. Elbette ki emperyalizm çağında gerçekleşen, burjuva karakterli 1908 devrimi de tartışılmaz, mükemmel değildir ve bugünden bakınca, öznesinin, yani İttihatçıların ideolojik ufkunun dar olduğu da görülmektedir; ancak “‘Yeni Osmanlılar’ ve ‘Jön Türk’ eylemlerinde odak noktalarını bulan özgürlükçü hareket, kapitalistleşmeyi, özlemini duydukları burjuva demokratik kurumların, özgürlüklerin, kısaca bugün parlamenter dediğimiz yönetim biçiminin temeli, bilimsel bir deyimle, altyapısı olduğu için istemiştir. 19. yüzyılın koşulları ve o günün Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu durum göz önünde tutulursa, bundan daha doğal ve tutarlı bir tavır da olamaz.” (Tevfik Çavdar, Türkiye’de Liberalizm 1860-1990, İmge Kitabevi Yayınları, 1992) İttihatçılara yöneltilecek bir eleştiri varsa şayet, o da, Abdülhamit’in hemen devrilmemesidir. Ancak açık ki Cemiyet’in o tarihte bunu yapacak gücü yoktur. Bununla birlikte, saltanat ilga edilmese de en azından despotluğa son verilmiştir. Devrimin ardından yapılan ilk seçimlerde, tüm Osmanlı halklarının temsil edildiği bir meclisin terkibi bile muazzam bir değişimdir. Temmuz devriminden ertesi yılın 13 Nisan’ına, o dönem kullanılan takvimle 31 Mart 1909’a kadar geçen sürede, İttihat ve Terakki, asker kanadını siyasetten uzak tutmaya gayret eder. Sarayında istirahate çekilen Abdülhamit de kaderine razı olmuş görünmektedir. Ancak yeni düzende eski konforlarını ve konumlarını yitiren başıbozuk asker-sivil kişi ve gruplar, bu boşluğu fırsat bilerek, Prens Sabahattin’in kışkırtması ve İngilizlerin desteği ile şeriat bayrağı altında bir araya gelmeye başlayacak, bir gerici isyana hazırlanacaklardır. Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’nin, Galata Köprüsü’nde, 6 Nisan 1909’da öldürülmesinin ardından doğacak bu kalkışmayı düzenleyenleri; Sina Akşin, ilgili kitap bölümünde, dört gruba ayırır ve onları; Said-i Kürdî’nin de yazarı olduğu Volkan gazetesi çevresi, softalar yani medrese öğrencileri, kadro dışına çıkarılan alaylı subaylar ve bazı ayrılıkçı etnik gruplar olarak teşhis eder. (Türkiye Tarihi 4: Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, 2013) İstibdat rejimini yıkan İttihatçılardır ama meşrutiyet bütün Osmanlı halklarınındır. Selanik’te yapılan mitingler, İstanbul’a çekilen protesto telgraflarının ardından (Türk, Arnavut, Bulgar, Rum, Sırp, Makedon) gönüllülerin de içinde yer aldığı, çekirdeğini 3. Ordu kuvvetlerinin oluşturduğu (ve adını Mustafa Kemal’in belirlediği) Hareket Ordusu; Hüseyin Hüsnü Paşa’nın komutasında yola çıkar ve İstanbul yakınlarında konuşlanır. Sonrasında Mahmut Şevket Paşa’nın genel komutanı olacağı güçlerin ilk kurmay başkanı da Mustafa Kemal’dir. O’nun bizzat kaleme aldığı ve İstanbul halkına dağıtılan bildiride şunlar yazmaktadır: “Millet Anayasa’nın ayaklar altına alınmak istendiğini gördü ve bu alçakça harekete sebep olanları cezalandırmak gereğini kavrayarak İstanbul üzerine yürümeye karar verdi. Hareket Ordusu’nun amaç ve ödevi, Anayasa’nın üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat eylemek ve millet hainlerine son ve kesin bir uyarıcı ders vermektir. Mazlum ahali ve tarafsız erat kesin olarak korunacaktır. Ancak kışkırtıcılar, fesatçılar ve onlara katılmış olanlar hak ettikleri kanun cezasından hiçbir suretle kurtulamayacaklardır.” (Atatürk Yolu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi, Mayıs-Kasım 2006) Yukarıda andığımız görev devri, kurmay başkanlığı konusunda da yaşanır ve ordunun kurmay başkanlığı da İstanbul’a girilmeden hemen önce Mustafa Kemal’den alınır ve o esnada Berlin’de askerî ateşe olan ve Hareket Ordusu’na desteğe gelen Enver Bey’e verilir. Mustafa Kemal, bu konuyu ilerleyen yıllarda çeşitli vesilelerle dile getirmiş, son anda yapılan bu hamleleri, şeriatçıların isyanının kolayca bastırılacağının anlaşılmasına yormuştur. Bu tezin doğruluğu konumuz değil ama şu var ki, İstanbul’a girildikten sonra, bugünün yobazlarının yeniden inşa etme hayalleri kurdukları, isyancıların önemli direniş mevzii olan, Taksim’deki Topçu Kışlası da dâhil kentin pek çok yerinde şiddetli çatışmalar yaşanmış, Hareket Ordusu’na mensup üçü subay yetmiş bir asker hayatını kaybetmiştir. Şişli’de bulunan Abide-i Hürriyet (özgürlük anıtı) onların anısına dikilmiştir. Demokratik seçimlerle oluşan meclisi “gâvur” olarak gören ve İttihatçılara bayrak açan bu şeriatçıların başının ezildiği, 2. Abdülhamit’in kesin olarak alaşağı edildiği ve Selanik’e gönderildiği müdahaleden sonra; kentte sıkıyönetim ilan edilecek, Mahmut Şevket Paşa sıkıyönetim komutanı olarak İstanbul’da kalacak, İttihatçıların asker kanadı siyasete doğrudan ve daha fazla müdahil olacak, ilerleyen yıllardaki gelişmelerse hem Cemiyet’i hem de devleti derinden ve olumsuz etkileyecektir. Buraya kadar olan sürece ilişkin itiraz sunanların arasında, İslamcı-Doğuculardan başkaları da vardır ve maalesef mürtecilik sadece şeriatçılara özgü değildir. Tarihi, teori ve politikayı işine geldiği gibi yorumlayıp, resmî ideolojiye meydan okuduğu palavrasıyla sol çevrelerde yıllardır ilgi görmeyi beceren, “bilim insanı” Fikret Başkaya örneğin; bu devrimci örgütü darbeci-komplocu olarak etiketleyecek, 31 Mart ayaklanmasını bile, hiçbir kanıtı olmamasına rağmen İttihatçıların tertiplediğini iddia edecektir. (YEDİYÜZ: Osmanlı Beyliği’nden 28 Şubat’a Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2007) Tabii, Başkaya yaşıyor ve yazıyor olduğu için daha çok bilinir ama kendisine ilham veren ve aslında kötü bir karikatürü olmaktan öteye gidemediği, bir başka “bilim insanı” İdris Küçükömer’dir ve o, bu tahrifleri solculara ezberletmeye çalışanların ilk akla geleni, hatta öncüsüdür. Konuya ilişkin şunları söyler: “İslamcılar, emperyalizmin, gâvurluğun karşısına çıkmışlar, Batı’yı yenmişlerdir. 31 Mart ve benzeri olaylar, hatta Menemen Olayı, Batı emperyalizminin derine inen şartları içinde, üst yapıda İslamcı ve Batıcıların verdiği karmaşık kavganın tek yanlı olmayan örnekleridir. Bu olayların tarihi yeniden yazılmalıdır bence.’’ (Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayıncılık, 2007) Küçükömer’in dileği galiba gerçekleşiyor; devlet aygıtını ele geçiren İslamcılar, bugünlerde tarihi yeniden yazıyorlar. Ancak bu yeni tarihe kendilerinden başka kimse inanmadığından olacak, bunu, tebaaları olarak gördükleri alt sınıflara benimsetebilmek için kültürel araçlara başvuruyor, kamunun parası ile devlet kanalında diriliş, şahlanış piyeslerinin ardından bir de ucuz Abdülhamit güzellemeleri yayınlatıyorlar. Yayınlatsınlar… 31 Mart gerici isyanı, ne mutlu ki, tarih sayfalarında, emperyalizm destekli şeriatçıların başarılı olduğu değil başlarının ezildiği bir kalkışma olarak anılıyor. İşler tersine döndü, yüz yıl sonra onların torunları iktidarı aldılar mı diyorsunuz? Belki evet, bugün itibarıyla öyle; ama Türk aydınlanmasının geçmişi ve geleceği düşünüldüğünde bu bir reklam arasıdır. Kapanması kaçınılmazdır. Yeter ki bu toprakların gençleri, işçileri, emekçileri, yurtseverleri, öncü aydınları, özgür kadınları tekrar bir araya gelsinler; bağımsızlık, devrim ve sosyalizm şarkılarını yeniden söylemeye başlasınlar. İşte o gün… O gün onları Tanrılar bile kurtaramayacak. Alper Erdik Gerçekedebiyat.com