Tuncer Uçarol'la, ayrıntı, kentsoyluluk ve özgünlük üzerine konuşma
Diyesim, değişik bakışlar edebiyatta çok önemli. Ustaların bile bakışları çeşitli, kaypak, edebiyat dışı olanları da var. Ama hepsi birbirini tamamlıyor...
Yazılarınızı, 1975’ten itibaren izlediğim ilk dergiler olan Türk Dili, Yeditepe, Soyut, Hâkimiyet Sanat, Saçak, Oluşum dergilerinde görmüş olmalıyım. Elbette daha öncesi de vardır. Yayımlanmış yazılarımın dökümüne baktım, 1975 sonrasında Türk Dili, Hâkimiyet Sanat, Saçak, Oluşum gibi dergilerde daha çok “şiir üstüne günce eleştiriler” yazmışım. Bir iki tane de “günlük üstüne günlük” var, onlar da günce eleştiri… Soyut’ta ise güncel konularda bir dizi deneme yazısı... Ondan önceki yirmi kadar yazı (1969-75) içinde de “Tarancı’da Dizeler Karşısında Başlıklar” (Papirüs), “Edebiyatçıların Doğum Yerleri” (Dost) gibi bazı araştırmalar, incelemeler görünüyorsa da o dönemde yine deneme yazıları ağır basıyor. 1960-69’da üniversite öğrenimi, sonra müfettiş yardımcılığı dönemlerimde ise yazmayı kesmiştim korkudan; daha önce Adana’daki şiir, deneme, sorulama (röportaj!), tiyatro figüranlığı gibi ön çalışmalarım sırasında dağıtmıştım… Diyeceğim, yazmaya başladığımdan beri (1956) “deneme ağzı” var yazılarımda. Elbet güncelerde daha çok bu… Daha doğrusu, on yaşımdan beri günce tutma bilinci vardı bende, “günce tadı” var demek daha doğru belki… Deneme, günce de kolay okunuyor… Aykırı düşüncelerle, tersinlemelerle yazmayı da severim… Onlardan olacak ilk elde… İsterseniz önce ‘ayrıntı’dan başlayalım. Kılı kırk yarıp öyle anlatıyorsunuz her şeyi; enlemesine, boylamasına, çaprazlamasına… Ele aldığınız konunun anlatılmadık, didiklemedik yerini bırakmıyorsunuz. Evet, yazılarımda ayrıntıcıyım. Bu tanı, yazılarımın uzun olduğunu da içerir… 1969’da yeniden yazmaya başladığımda, en çok bildiğim alan olan şiirde, sadece araştırmalar yapmaya, inceleme, eleştiri yazmaya karar kılmıştım uzmanlığım hızla artsın diye... İstanbul/Ankara dergilerinde tutunmam için üstünde pek durulmamış konularda da yazmalıydım… Bir yandan da ben öğrenecektim… Bunlar hep ayrıntılarla ilgili. Mesleğim de bakanlık müfettişliği idi (1965-92). O da ayrıntılara dikkat etmeyi gerektiriyor. Orada yazdığım raporlar da uzundu. Özet yazmak çok önemli ama kaç kez özet yazmayı denedim, yeterli olmuyor. Ayrıntılı yazdığınızda / çalıştığınızda, çapraz denetimler yaptığınızda, gerçeği daha açık görüyor, gösteriyorsunuz… Özet yazılar (ve şiir) öyle değil! Onlar iki üç anlamlılığa açık. Yeterli bilgi sunmazlar. Ayrıntılı çalışmada ise açık vermemiş olursunuz; suçlanma olanağını da azaltırsınız… Ben küçük görünen eksikliklerin eleştirilmesini de önemserim. Çünkü onlardan epeycesi etkili uyarılar sağlar, düzen oluşturur. Bakanlık müfettişliğinde (şiir müfettişliğinde de) acele etmeden çalışmayı seviyorum. Özellikle şiir eleştirilerinde şiirin tadını duyamazsınız yoksa. En önemlisi; özellikle son yıllarda TBMM’de, gazete ve televizyonlarda, mahkemelerde yasa yorumları ülke çapında ne tartışmalar yaratıyor, biliyorsunuz. Yasa metinleri ilke olarak bire bir anlamlıdır, yanlış anlaşılmaya olanak tanımamalıdır. Ancak onlar bile farklı anlaşılabiliyor, kötü niyetli yorumlara yol açabiliyor, ülke karışıyor… “Şiirin yapısı”, felsefesi ise, çok anlamlılığı, yanardönerliği çok seviyor. Şiir için haydi haydi ayrıntılı çalışmak, olabildiğince çapraz denetimler yapmak, uzun yazmak da gerekiyor. Yazılarınız bana hep şu üç olguyu çağrıştırırdı; ayrıntı, kentsoyluluk ve özgün bir anlatım. Özellikle de ayrıntı. Bu kavramın ideolojik, felsefi anlamları karışık. Önce tedirgin oldum. Olumlu anlamı da var, küçültücü anlamı da. Hem söyleşi başlığında duruyor! Oysa ben bir marangozun oğluyum. Annem ilkokulu bitirmiş. Adana’da bir kenar mahallede büyüdüm. Oldukça da yoksuldu mahallemiz. Neyse ki soru’nuzda o kavramı “bütün yaşamını büyük kentte geçirmiş” anlamında kullanmışsınız, sonra rahatladım… Günümüz felsefesinde de, “kentte oturan, kentin olanaklarından yararlanan kimse” diye düşünenler var… Doğrusu ben de, müfettişlik gezilerim dışında, kasabaları köyleri görmüş değilim. Kırsal kesim kavramları, konuları da, herhalde dışımda kalmış… Siyasal Bilgiler Fakültesini de Ankara’da okudum. Bir komşu hanım beni oraya “Sen kaymakam olursun” diye yönlendirmişti; Adana büyükköydü 1960’larda, yeniden köye dönmemek için müfettişliği seçtim. 1965-73’ler, iki üç aylık denetim gezileri dışında hep Ankara, İstanbul’da geçti. Bir yıl Londra. Sonra 92’ye değin İstanbullu. Genel müdür olunca yine Ankara. Kızağa alınınca, iki yıl sonra emeklilik, İstanbul’a dönmedik, orada yaşamak zor. Ankara’nın göbeğinde yaşıyoruz şimdi… Hep büyük kentlerde geçti ömrüm gerçekten. Eh! 1956’dan beri yazıyor, okuyorum da. Edebiyat da -köylü bile olsanız- insanı kocakentli yapıyor… Galiba öteki “burjuva” olmalığın içine de sahiden girmişim küçük yaşta… Ancak 2003’ten beri “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Yarışması” yazmanı, seçici kurul üyesiyim, şunu da söyleyim ki işçilerimiz de kentlidir çoğunlukla. Üstelik kırsal kesim nüfusumuz 1985’te diyelim %50 oranındaydı, şimdi hızla %25’in altına düştü, kısa zamanda %10’lara düşecek… Yani tarım işçileri bile çok azaldı / azalıyor… Büyük sermaye daha da büyüyor; kentsoyluların, “burjuvalar”ın çoğunluğu da hızla işçileşecek… Daha çok yazdığım “şiirler üstüne günceler”, “günce üstüne günceler” özgün. Başkaları da “günlük” adı altında o eleştirileri yazıyor ama onlar daha çok deneme. Onlarda günlük “olaylar”, belirgin duygular, sayfa sayfa ilerleyip gerekirse geri dönmeler vd. yok … Düşünme ağırlıklılar… Örneğin Fethi Naci’nin “Eleştiri Günlükleri” öyle. Üstünde tarih var. Güncel “konular”da da dolanıyor. “Andıç”tan çok ileride, “kaptanın seyir defteri”nin (“gemi jurnali”nin) de çok yakınında. Benim şiir güncelerinde ise yaşamın sıcaklığı var. Örneğin Aytül’e (eşime) o sırada bir şey okumuşsam, o da ilginç bir şey söylemişse, onun sözleri de girebilir bu eleştirilere; ek bir yorum getirir… Gezilerimde hangi kente gidiyorsam oranın bir şairini okumak isterim. Otobüsten görünen doğa, otelden çıkıp dolaştığım kent sokakları da yorumlara yorum katar. Örneğin Azer Yaran’ın şiirlerini bir Karadeniz kıyıları gezisinde okumalısınız. O şiirleri orada daha orman, daha deniz görürsünüz. Gülten Akın’ın Sessiz Arka Bahçeleri’ni bir de İç Anadolu gezisinde okumalısınız. Nihat Ziyalan’ın son şiir kitaplarını mutlaka Adana’da, varsa Adana anılarınızla incelemeli, siz de Adanalı iseniz ışımalısınız. Ben “günce eleştiri” adını taktım bu çalışmalara. Gerçi böyle bir çalışma “denemesel eleştiri”nin ilk ayağı. O da “incelemesel eleştiri”nin ön ayağı. O da “bilimsel eleştiri”nin araç gereci. Ama her bir ayağın pencereleri farklı. Enine ya da boyuna. İşlevleri farklı… Şiirler okunurken başlayan sorularla, merakla, sayfa sayfa eleştiriyorsunuz. Yanılgılarını da yazan bir eleştiri bu! Geri dönüp yeniden okumalarını da… O yüzden günce eleştirileri hiç bırakamıyorum. Daha çok şeyi görüyor. Kuşkulanıyor. Olmadık önsavlar, kuramlar ediniyor, onlara bile bir ara inanıyor… “Denemesel eleştiriler” ise ayrıntıları, şunu bunu atıyor; hızlı eleştiri üstelik... “İncelemesel eleştiri” ise öznellikten çok uzaklaşmış, genellemeci, soyut, o yüzden soğuk yüzlü. Okuyucu için değil de şiir değerlendirmecileri için yazılmış bir meslek yazısı! Ben bu günce eleştirilere Mart 1977’de Soyut’ta Cemal Süreya’nın denemeleri üzerine başlamıştım. Ertesi ay Türk Dili’nde Muzaffer Buyrukçu’nun günceleri üstüne yazdım. Temmuz 1978’de de Oluşum’da Ceyhun Atuf Kansu’nun şiirleri üstüne… O yıllarda, Soyut’u da, sonra Somut’u da İstanbul’daki bir handa Sait Maden yönetirdi, onun altındaki katta Necati Tosuner Derinlik Yayınlarını yönetirdi (o yüzden evini bile satmıştı); Tosuner bu günce eleştirilerin özgün olduğunu söylemişti bana. Altı yedi yıl önce Hilmi Yavuz da; onun televizyondaki “Şiir Her Zaman…” izlencesinde söyleşmiştik, bu eleştiri yolunun okuyucuya eleştiriyi sevdireceğini söylemişti… “İncelikli anlatım” dediğiniz de, herhalde bu güncecilikten, ayrıntılı çalışma anlayışından gelen bir görüntü olmalı. Arı Türkçe yazmaya özen gösteriyorsunuz? Belki… İlginç bir soru bu benim için. Düşünüyorum ki… Bazen tersinlemelerle yazmayı seviyorum… İlginç olmaya çaba gösterdiğim de oluyor… Aykırı düşünceler benim için önemli, gerçeğin üstüne gitmek için… Anlatımımı yalınlaştırmak için uzunca tümcelerde ayraç açar; bazı sözceleri öyle göz önüne alırım… Arı Türkçe sözcüklerle yazarken onların yabancı kökenli karşılıklarını da ayraç içinde yazarım, öğrenilsin diye… Bu ara, bir özel kuruluş (dernek) olan Türk Dil Kurumu hem de Atatürk’ün “vasiyet”ine, bıraktığı İş Bankası kazanç paylarına bakılmaksızın 1985’te tümden devletleştirilip Osmanlıcacılar yönetimine aktarılınca, dilde arılaşma yazınımızda gevşemelere yol açtı. Böyle bir ortamda benim olabildiğince arı Türkçeyle yazma çabam da özgünlük izlenimi uyandırabilir bir ucundan… Özgün ve incelikli bir anlatımınız var. Bu sorunuz ilginç gerçekten. Bir yazı dili neden özgün görünebilir?.. Düşünüyorum da yine; günceden yazmak, araştırmalardan sonra yazmak da, benim yazılara bazen olmadık şiir kavramları, terimleri çığırabiliyor. Uydurmak (türetmek!) zorunda da kalıyorum, yoksa başka türlü anlatamıyorum anlatacağımı… Şiir konusu bile olsa, sayımlamalara (istatistiğe) başvurup onlarla da bir şeyler anlatırım bazen. Rakamların araya sokulmasıyla da ayrı tat, diyelim ki kırmızıbiber ya da sumak tadı oluşturmaya çaba gösteririm. Bazen rakamlarla konuşmak şiir tadı bile ekeleyebilir yazınıza… İncelemelerde deneme ağzını kullanıp yeri geldikçe özgürce, öznelce, sanı’larla açıklama yapmayı da denerim… Belki yani. Yazılarınız eleştiri yazıları değil de sanki günce-eleştiri-değini üçgeninde. Söylediğim gibi, günce eleştirilerimi (bazen değini gibi görünseler, bazen ön araştırma bilgilerimden değerli olanlarını araya sokuştursam da) hep eleştiri amaçlı yazıyorum. Dolayısıyla benimkiler “eleştirel günce” değil, “günce-sel eleştiri”. (Oradaki “-sel” eki bu tamlamada takılıyor insana; onu attım, “günce eleştiri” diyorum işte.) Yani benim kullandığım tamlamada “eleştiri” terimi başta değil, sonda… Kısa güncelerim de belki salt günce, değini gibi görünse de, onların gerisi vardır. Örneğin Altın Portakal Şiir Ödülü verilenler için Antalya’da düzenlenen bilgişölenleri (sempozyum) kitaplarında Lale Müldür, Gülten Akın, Hüseyin Ferhad’la ilgili uzun günce eleştirilerime bakmalı. Çağdaş Türk Dili dergisinde bir zaman Cahit Külebi’nin son şiir kitabı Güz Türküleri üzerine iki kez yazdım (iki kez yeni baştan günce tutarak yazdım); ilginç bakışlar çıkıyor ortaya. Şiirlerdeki yaşam fıkır fıkır görünüyor. Söylemesi yukarıdan atar gibi gelir ama şiirimizin ellenmemiş yanları bile kendini uzatıyor bu eleştirilere. Anlatımınız bir yerlerden bana Sait Faik’i çağrıştırır hep. Oysa öykü ve eleştiri-günce-değini arasında pek de bir bağ olamaz ama… “Bir yerlerden Sait Faik’in öykülerini çağrıştırır” mı bu metinler? Ne iyi yürekli bir yakıştırma… Benzetmeniz onurlandırıcı (teşekkür ederim) ama yazdıklarımın öykülerle ya da öyküsel güncelerle benzeştiğini sanmıyorum. Ama her şiirde bir öykü olduğunu, her şiir kitabında bir roman dolaştığını biliyorum… On bir şiiri de (Mehmet Taner, Osman Serhat, Yahya Kemal, Rıfat Ilgaz, Hüseyin Atabaş, Nâzım Hikmet, Salih Bolat’tan…), dizelerini olduğu gibi kullanıp aralarını doldurarak, on bir öykü yapmaya çalıştım S’imge, Yom Sanat dergilerinde ama, yok, güncelerim başka. Onlar başka… Benzeşme varsa; denemesel eleştirilerde, hele o soğuk yüzlü incelemesel eleştirilerde olmayan insan sıcaklığı var benimkilerde… Nitekim Aytül’ün hemen her yazıda bir kıymık görünmesi bile öyle. Sokaklarla ağaçların rüzgârları da eser/esebilir… Sahi! Bu yönlerden benzeşiyoruz Sait Faik’le… Benim günce eleştiriler bazen asıl şiire yaklaşır! Şiirlerle günce günce sarmaş dolaş ilerledikçe duyumdaşlık artıyor, günce eleştiriye az çok şiir de bulaşıyor. Öyle ki bir ara kitap eleştirilerini düzyazışiirlerle (şiirle bile) yazmaya da uzandım, epeycesini de yayımlattım şiir diye Yeni Biçem’de, Varlık, Çağdaş Türk Dili, İnsan, Yenibinyıl Şiir dergilerinde: “ ‘Kayayı Delen İncir’e Ağustos Eleştirisi”, “Cahit Külebi’nin 27. Sayfadaki Şiiri”, “Şiir Kadınları”, “ ‘İmzası Gül’ Kitabına Dokunaklı Eleştiriler”, “Enver Ercan’ın Ayrılık Kitabı, Aşk Acıları Yüz çeşittir”, Cinsel Şiir Kitapları”, “Eleştirmen Sevinci”… Yazılarınızda Türkçe sözcük kullanımına oldukça özen gösteriyorsunuz. Yazılarımda Türkçe sözcük kullanmaya ise elbette özen gösteriyorum. Her Türk edebiyatçısının ilk ev ödevi o. 1957-59’da (lise çağımızda) edebiyatçı arkadaşlarla Ataç’ı, onun Türkçedeki özleşme ataklarını, büyük sevgi, saygıyla izlerdik. Dilimize de büyük emekleri geçen sevgili Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumunun çabalarını da izler, arı Türkçeyle yazmaya çabalardık. Adana’da, sonra işte TDK’nin Türk Dili dergisinde öyle metinler yazdım hep. Şimdi TDK Osmanlılaştırılınca, gevşemek, bir edebiyatçı olarak Osmanlıca-İngilizce kırması yazılar yazmak utandırır beni… Türkçemizin XX. yüzyılda yeniden kuruluş döneminde, büyüdük biz… Bu savaşım yine ucun ucun sürüyor… İngilizce salgını şimdi de… Özellikle şairler İngilizce sözcükler kullanmaya daha eğilimliler de arı Türkçe sözcüklere gelince iş, onlar şiire gitmez gibi, yukarıdan bakıyorlar!.. Şairler, yazarlar, böyle bir dönemde dillerine geldiği gibi yazamazlar. Şiir, yazı da, zaten içinden geldiği gibi yazılmıyor. Öyle başlanıyor ama nice kâğıtlar yazılıp yazılıp atılıyor… Bu çaba, bir araç olan şiire gösteriliyor da, şiire amaç olan anadilimize neden gösterilmesin?.. Ataç’ın Ararken kitabında, yarına kalıp kalmamakla ilgili yazısında dediği gibi şunu düşünmeliyiz yazarken: “Dilin kuruluş çağında yaşamanın hoş bir yanı var. Yarının türkçesinde hepimizin, küçük büyük, birer payı olacağını biliyoruz, onun için seviniyoruz”… Benim üç Türkçe sözlüğüm, üç yazım kılavuzum, birkaç inceyazın (edebiyat) terimleri sözlüğüm, öz Türkçe sözlüklerim, bir büyük ansiklopedim var; en küçük duraksamalarda onlara bakarım. İki Osmanlıca sözlüğü, üç İngilizce sözlüğü, dört felsefe sözlüğü vd. raflarda bana bakar… Kavram araştırmasına inanırım... Türkçe sözcükleri, söz varlıklarımızı, bulup buluşturdukça, yazacağım konu biraz daha açılır gözümde. Onlarda şiir çekirdeği de görürüm: Şiirsel sözcüklerimiz, şiirsel kuş, çiçek, köy adları vardır... Konuşma Türkçesinin yaratıcılığını da yaşıyorum. Yayımlanmış tek kitabınız bile yok. Oysa çoğu kez her yazarın yine de bir-iki kitabı olmalı diye düşünülür. Evet! Yayımlanmış tek kitabım bile yok… Yayımlanmış yazılarımdan birkaç dosya hazırlamaya başlamıştım, öyle duruyorlar. Onları yeniden gözden geçirmem gerek: Her kitap belli bir konuda olmalı. Çıkacak kitaplarımın belli bir sırası olmalı vd… Bunlara da vakit olmuyor. Gerçekten! Aytül, televizyon izlemek, arada bir toplantılara katılmak, alışveriş etmek, son yıllarda Aytül’le sık sık doktorlara gitmek var… 2003 yılından beri “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Yarışması” yazmanlığı, seçici kurul üyeliği var… Dergilere yazı yetiştirmek beni daha çok sevindiriyor: Her ay yeni bir eleştirinin, pek de incelenmemiş bir konunun peşine “ayrıntılar”la dalmak, yaşam yönünde çok daha renkli... “Yaşama eleştirel gözle bakıyor”sunuz diyorsunuz ya. Yok, yok! Yaşamı edebiyat yazıları gözüyle pencere pencere araştıran, onu biraz daha biraz daha anlamaya çalışan bir iki mücevher mikroskopla bakıyor, düşünüyorum; onun yeni güzelliklerini duyumsuyorum öyle… Geçen yıl Kurgu dergisinin “Ütopya” (olmazdüş) dosyasına ben de katıldım; bu kez Dünya’nın gerçekte bir düşülke, bir kez yaşayabileceğimiz olmazdüş olduğunun ayrımına vardım çok şaşırarak… Şimdi yaşamayı daha çok seviyorum o ayrıntılı dergi çalışmasıyla. Hem ta 1970-73’lerde (Yeni Edebiyat, Dost dergilerinde), 1979’da (Somut’ta), edebiyatçılarımızın doğum yerleri üzerine inceyazın toplumbilimi (edebiyat sosyolojisi) çalışmaları yaptım, yüzyıllara göre edebiyatçı dökümleri çıkardım; edebiyatta kalıcılığa da o zamandan beri inanmaz oldum… Kitapların dağıtımı, okunurluğu okunmazlığı da koca sorun: Acıklıgüldürü. “Şiir eleştirisini şair olmayan bir kalemden okumak sanki daha bir doğru, daha bir nesnel.” Beni tanıtma yönünde yine bu sorunuz. Sağ olun. Bu görüşünüze büyük ölçüde katılıyorum. Bu yargıya bakanlık müfettişliği yapmış olmam da evet der yargılayıcı’nın (şiir müfettişinin, şiir seçicilerinin) şairler dışında olması açısından… Ancak şiir eleştirisini şairler de yapmalı. Seçkileri (antolojileri), yıllıkları şairler de hazırlamalı. Okuyucular, yayınevi yöneticileri de… Eleştiri öznel bakışlarla da yapılmalı, incelemesel eleştiri yoluyla da. Bilimsel sıkıdüzenden geçmiş öğretim görevlileri de onların üzerinde bilimsel eleştiri, inceleme yazmalı… Şu sıra, Türk Dili dergisindeki (Kasım 1975, sayı 291) “Bir seçki hazırlasanız Orhan Veli’nin hangi şiirleri seçerdiniz? Neden?” sormacasına yanıt vermiş 17 usta edebiyatçımızın şiir seçme ölçütlerini inceliyorum; inanılmaz ama gerçek, 20’yi aşan şiir seçme ölçütü görünüyor!.. Ayrıca hepsi bir seçki kurulu oluştursa, seçkiye 16’sı bir şiir bile seçemiyor!.. 17.de ise, bir rastlantı, ancak bir şiiri (“Anlatamıyorum” şiirini) seçmede çoğunluk sağlamayı başarabilmişler!.. Diyesim, değişik bakışlar edebiyatta çok önemli. Ustaların bile bakışları çeşitli, kaypak, edebiyat dışı olanları da var. Ama hepsi birbirini tamamlıyor... Eh! Tahsin Yücel’in Eleştirinin ABC’si kitabında yazdığı gibi, bir dağın dört yanı var. Her kitap, her şiir de öyle… Biz onların her yanını gezmeliyiz eleştirirken; gezebiliyorsak… Yazanları, yazılanları da öyle yargılamalıyız. Ramazan Teknikel (Sincan İstasyonu, Temmuz 2011, Sayı: 47) Kapaktaki resim: Canan Dağdelen Gercekedebiyat.com
YORUMLAR