Emekli olacak bir doktorun kendi yaşamına bakışı / Mehmet Altınok
Yaş haddi nedeniyle 2013 Martında Emekli olacak bir doktorun kendi yaşamına ve çalışmalarına retrospektif bakışı
1948 yılında Eskişehir’de doğdum. Babam resim öğretmeni, annem ev hanımıydı. Devlet ortaokul ve lisesini bitirerek 1965 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine girdim. Hekim yaşamı ve meslek hakkında bilgim olmadığından sınavı kazanmak giriş nedenimdir. Fakülteyi ilginç buldum. Eğitimde ezber öne çıkıyordu. En çok hayret ettiğim olay fakültede bir sürü doçent ve profesör vardı ama kitapları yoktu. Eğitimin en can alıcı kısmı derste not tutmaktı. Klinik uygulamalarında 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin kabul ettiği Alman doktorların terbiyesinin devamı söz konusuydu. Sert, despot, insanlardan uzak, iyi doktorlar… Asistanlığımızdaysa Anglosakson ve Fransız tıp eğitiminin farkını anlıyorduk. İyi giyimli, sevecen, temiz ve tertipli, sinirli olmayan, kendine güvenli doktorların… 1966-1968 yılları dünyada ve Türkiye’de başkaldırı yıllarıdır. Gençlik, dünya devrimci hareketini izlemeye, okumaya ve düşünmeye başlamıştır. Ülkemiz üniversitelerinde de gençlik örgütlenmeleri başlamıştı. Eğitimde kitapsızlık, teksir bulma sorunları bizleri örgütleyen temel etkendi. 1965, TİP milletvekilleri, öncesinde Çetin Altan’ın radyo konuşmaları, Akşam gazetesindeki yazıları hepimizi etkiliyordu. Ben, büyük bir zevkle izlerdim Çetin Altan’ı. Boykotlar bizde böyle başladı. Üniversite işgalleri ile devam eden gençlik hareketi güncel politika ile iç içe oluverdi. Bu noktada TİP, meşhur “ABA”cılar olarak üçe bölündü. Mihri Belli de bu ortamda gençliğin önderi oluverdi. Parti kavramı var/yok çizgisinde kaldı. Partisiz hareket anarşizm ile buluşarak bilimsel kimlikler geriye itildi. Militan kimlikler öne çıktı. Tartışma “kırlar ve şehirler” kavramları arasında gitti geldi. Proletarya diktatörlüğü kavramı öne çıktı. Bu yıllar, benim tıp fakültesini bitirdiğim yıllar. Proletarya diktatörlüğü önümüzde. Soru şuydu:. Sosyalizme inanan bir doktor bu kavramı nasıl hayata geçirecek, biz doktor olarak neyi nasıl yapmalıydık? Tartıştık. Uyum sağlama konusunda bir arkadaşım doktorluk yapmayalım, Filistin’e gidip savaş eğitimi alarak harekete katılalım, dedi. Bir arkadaşımız da pratisyen hekim olarak halka hizmet edelim, dedi. Ben de işçi sınıfının yoğun olduğu SSK’da pratisyen hekimliğe başladım, uzman olma inancımı yitirmeden. Ama bir türlü yerimizi bulamamıştık. Üniversite ve Sağlık Bakanlığı ülkenin yararına sağlık hizmeti düzenlemek konusunda yetersizdi diyebilirim. Muayenehanecilik gibi her hekimin kendi yolunu kendisinin belirlemesi ilk ve son çare oluyordu. Oysa fakülteyi bitiren her hekimin rüyası, bir hastasının başında saatlerce, belki de sabaha kadar oturup, onunla uğraşıp hastayı ayağa kaldırmak şeklindedir. Soma ilçesinde başladığım görevimde devrimci çalışmalarım olarak maden işçileri ile ilişki, tütün işçileri ile ilişki olmalı düşüncesindeydim. Bu nedenle pratisyen hekimliği istemiyordum, sevemedim de. İşçilerle ilişkiler kurdum, yaşamlarını öğrenmeye çalıştım. Bir yılda vardığım kanı şuydu: İçlerine bile giremediğimiz bu insanların “bilinç düzeyi” dediğimiz reaksiyoner olmalarını sağlama gibi bir işi yapabilmemiz doğrusu soru işareti ile karşılanması gereken bir durumdu... Her zaman garip bulduğum bir şekilde, tanımadığım kişilerle birlikte gizli örgüt kurma gibi bir davadan dolayı tutuklandım. Uçağa hiç binmemişken “uçak kaçırma” davası diye anılan davanın, muhtemelen son halkası içinde oldum. Kısa tutukluluk, uzun süren mimlenmişlik yaşadım. Tutukluluk süremde babamın bir arkadaşından aldığım çok samimi bir mektup benim yaşam tarzımı belirlememi sağladı. Bana diyordu ki “Devrimcilik hapishaneye girmekle olmaz, çabalarımızın, mesleki alanda en etkin şekilde çalışmak, çok emek vermek şekline dönüşmesi gerekiyor. Şekilcilikten gerçekciliğe dönülmesi gerekir. Tıp alanında sosyalizm düşüncesi ile çalışmak olanaklıdır ve sen buna yönelmelisin.” Cerrahi asistanlığım döneminde derneklerde çalıştım. Temsilcilikler yaptım. Güncel politika yakamızı bırakmıyordu. Partisiz, yetersiz, bölünmeler, pantolon kavgaları, postal kavgaları gibi komiklikler ve silahşörlük deneyimi aklıma geliverenler. Bir yanda da sürgünler, tayinler, rotasyonlar, evlilik, çocuklar, girilemez sokaklar, işyerine gidiş sorunları, ev aramaları, telefon tehditleri yanında da giderek artan faili mechuller. Dostluklar, mezarlık ziyaretleri, artan enflasyon, parasızlık ve hekim maaşı. Siyasi iktidar söze ne zaman “eğitim ve sağlık” diye başlasa, sağlık alanında hizmeti alan da veren de kazıklanıyordu. Bu iş ilk önce 24 Ocak ve Demirel ile başladı. Öncesi de sistemli değildi ama, halk yani hastalar hekime cebinde para ile gelirlerdi. Alışılmıştı. Alıştırma kanıksama durumundaydı. Sistemin, devletin kabul etmediği para miktarını vatandaş kabul etmişti. Çözüm olarak para ödemeyi kabullenenler, komşudan aldığı “iyi doktor” isimlerine koşuyordu Alan ve verenin uyumlu olduğu sistemin zırıltısı yoktu. Türk Tabipleri Birliği, doktorlara daha çok para deyip dursundu. Sistemin doğrusu belliydi. Ancak hiçbir kişi bunun peşinde değildi. Toplum hekimleri “toplum hekimliğini” savunamaz durumda, yerine geliştirilen aile hekimliğiyse hekimin işini reçete yazmak olarak tanımlatarak, güya hizmeti halkın ayağına götürme işini başarır gösterilmekteydi. Anayasa, devlete halkının sağlığını koru diyordu ama korumamak, bunu para ile ölçmek nasılsa suç işleme anlamına gelmiyordu bir türlü. 1994-1998 yılları arasında Ankara Tabip Odası (ATO) başkanlığı yaptım. Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin günübirlik siyasi bakışına karşı olarak sağlık siyaseti ve sistemini bu açıdan değerlendiren muhalefet için görev aldık. “Gerçeğe Çağrı” grubumuz yapıyı sıfırdan örerek ve geliştirerek çalışmayı kurgulamıştı. Popülizm karşıtı davranmak bu yapıda oy kaybettiriyor. İlk kez sistemle yazışarak kimlik gösterme aktivasyonumuz oluştu. Odanın esas görevi tabipler ve tabipliğin denetlenmesi için Emekli Sandığı'yla yapılan anlaşmamız yüz akımızdır. Uyduruk sarf malzemeleri kavramı ve işlevini yok etmek işti. “İşsiz hekim”, “sıfır puanlı hekim” kavramında işyeri hekimliği yaratmak ve geliştirmek işti. Hekimliği saygın kılmak işti. Geçeğe Çağrı grubu ATO yönetiminden 1998 de uzaklaştırıldı. ATO ve TTB seçim adaylıklarımız sonuç vermedi. Ancak TTB grubu çizgisi olarak belirleyebildiğimiz popülist yapı ve güncel siyaset içinde var olma çabaları onları, hekim kamuoyu gözünde küçültmektedir. Gariptir ama çok siyasi görünmesine rağmen “DİSK+ KESK+TTB+TMMOB” yapısı siyaset yoksunu bir çizgidir. Fakirlik, bilimsel çizgi dışı olmaktan geliyor. Emeklerinin yok olması da ayrıca üzücüdür. Ancak gerçekliğimizdir. Gerçeğe Çağrı grubu çalışmalarını Tıp Kurumu Derneği (kısa adı Tıp Kurumu) içinde halen sürdürmektedir. Çalışmalar ve açıklamalarımıza “tıpkurumu.org” adresinden ulaşılabilinir. Cerrahi uzmanı olduktan sonra sürgünler ve itirazlarım nedeni ile ilk uzmanlığıma bir hastanede başlayamadım. Dispanser hekimliği de bana uymadı. Ankara’da Onkoloji Hastanesine arkadaşlıklar aracılığı ile tayin oldum. Burada 33 yıl çalıştım. Bir cerrahın bulunması gerekli ortamı orada yaşadım. Hayata, çalışmaya olan saygım ve güncel tıbbi bilimsel yaşama bakmayı ve buradan bakarak dik durmayı öğrendiğimi düşünüyorum. İşini, hasta kim olursa olsun kardeşin, eşin, annen, babanmış gibi ciddiye alarak yapacaksın. Bunun için uğraştım. Cerrahi onkoloji uzmanlığı kavramına Japonya çalışmam sonunda kesintisiz inandım. 2013 yılında, emekliliğe altı ay kala “Cerrahi Onkoloji Uzmanı” diploması aldım. 33 yıl Ankara Onkoloji Hastanesinde çeşitli düzeylerde çalıştım. Başasistanlık, şef yardımcılığı, klinik şefliği görevlerinde bulundum. “Agresif Cerrahi” kavramı ile ameliyat sistemleri içinde oldum. Dostluklar ve yardımlarla hastanede kemoterapi ünitesi kurarak çağdaş hale gelmesi için çalıştım. Ayaktan kemoterapi uygulama sorumluluğunu üstlenmek, kemoterapi uygulamalarında, öncelikli uygulama (neoadjuant), sonra uygulama (adjuant), ameliyat sırasında damar içine uygulama (intra arteryal) serilerimiz önemlidir. Diseksiyon cerrahisi ve bir kanserli hastaya cerrahi açıdan bakış ile ilgili çalışmalarımızı tıp camiasına sunmaya çalıştık. İnanıyorum ki, bizim kuşak cerrahların emekliliklerinden sonra bu yaklaşımlar geliştirilerek artacaktır. Son on yılda sağlıkta dönüşüm programı ile siyasi iktidar partisi epey puan kazanmıştır. TTB, sağlık otoriteleri ve üniversiteler kötü puan almışlardır. TTB’nin “Grev-G(ö)rev” komedisi, sokakta zıplayarak ve alkışlarla protesto fiyaskosu, (DİSK+ KESK+TTB+TMMOB” birlikteliğinin anlaşılmaz açıklamaları, üniversite grubunun “Muayenehanemi kapatmam”, “Benden başka iyi doktor olamaz, halk işini iyi bilen doktora gidemiyor, boykot ederiz” kavramlı davranışı ile birleşince protesto eden hekim sayısı artmış gibi gözükmektedir. Oysa. AB sağlık protokolü uygulamaları olarak başa geçen gencecik doktorlar bazı iyi işler yaptılar. Biat kültürleriyle sosyal güvenlik kurumlarını birleştirmek, ilacın ucuzlatılması, her yerden (özel hastaneler bile) hizmet almak başlangıçta oy artırıcıydı. Her bir uygulamanın genel siyasi bakış çerçevesinde yanlışlarını ifade etmek olanaklıydı ama bu durumlar iyilikler olarak değerlendirilebiliyor hizmet alanlarca. Tıp Kurumu olarak bizim de eleştirel bakışımız vardır. Bütün bu uygulamalar sağlıkta zapturaptı çağrıştırıyor bizlere. Önümüze de sözleşmeli personeli koymaktadır. Memur kadronun sözleşmeliye çevrilmesi için çevrilecek çemberlerse önümüzde olacak. Dikkatle bakarsak görebileceğiz. Para kazanma metodları inşaat işlerindedir. Bu yönetim ise hızlıca inşaat işlerine girmiştir. Hatta varolan hastaneleri yerinden kaldırıp otel veya iş merkezlerine çevirip hastaneleri, yeni yapılacak mekanlara kaydırmak istemektedirler. İlaç sektörü bu karmaşada kazançlıdır. Bir de reklam sektörü bu alana el atmıştır. Hekim çalışmaları bir türlü kargaşadan kurtulamıyor. Medulla sistemi ile her şey bilgisayar kaydına alınıyor, e-reçete ise son uygulamadır. Bütün bu karmaşa hekimlerimizin ve insanlarımızın önündeki sorunlardır. 182 (telefonla randevu) uygulamalarında Bakanlık tarafı hasta sahiplerini şikayete davet etmektedir. Bu bakışla hekimlere darp, öldürülmeler ve hekim intiharları başlamıştır. AB sürecinde bakanlar ve bakanlıklar çeşitli yıllarda hekimlere karşı cephe almışlardır. Kenan Evren başta olmak üzere, Turgut Özal, Tansu Çıller, İmren Aykut ve birçok bakan hekimlere karşı onur kırıcı sözlerin sahipleri olmuştur. Bu süreçte hasta “müşteri” olarak önümüze konmuştur. Hastane ise bir işletmedir. İşte bu noktada sol da sağlıkçı yapılanmalarda karşıt sağlık politikaları belirleyememiştir. Hiçbir büyük partinin halkçı-devrimci sağlık politikası yoktur. Oysa Cumhuriyetimizin kuruluşunda aktif olan Dr. Hikmet Boran’lardan Dr. Refik Saydam’lara, Dr. Nusret Fişek’lere kadar uzanan periyotta devletçi sağlık politikaları vardır. Örnek uygulamaları vardır. Çözüm, sosyal devletçi sağlık politikalarındadır. Gerçekedebiyat.com'68'Lİ' YILLARIM
SOSYALİZME İNANAN DOKTOR NE YAPMALI?
MUAYENEHANECİLİK ve HEKİMLİK
UÇAK KAÇIRMA 'OLAYI'M!
'EĞİTİM VE SAĞLIK' (!)
ATO BAŞKANLIĞIM
ATO YÖNETİMİNDEN UZAKLIŞTIRILDIM
CERRAHİ UZMAN OLDUM
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM...
YORUMLAR