Kediler evliyası /Sedat Erden
Sedat Erden'den unutulmaz bir kedi kedi öyküsü...
“Çık oradan, kızım! Niye korkuyorsun benden?” Mutfaktaki sedirin altına saklanan yavru kedi, yaşlı kadının sesini duyunca daha yüksek bir perdeden miyavladı. Ne zamandır açtı ama Meryem Hanım onu doyurmak için mutfağa her girişinde korkup kerevetin altına siniyordu. Yaşlı kadın, “Kim bilir beni nasıl görüyor yavrucak,” diye aklından geçirip gülümsedi. “Başı gökyüzünde bir dev anası!” Bir cezve sütü ısıtıp biberona koydu, sonra eğilip onu yakalamak için kolunu uzattı. Hayvan dehşet içinde miyavlayıp daha geriye kaçtı. “Ah, yavrum, neden böyle yapıyorsun? Biliyorum, açsın işte.” Kolu ona uzanamayınca bu kez sediri öne doğru çekti. İşte duvarın dibinde titreyip duruyordu. Çömeldi, baş ve işaret parmağıyla nazikçe ensesinden kavrayıp kaldırdı. Yavrunun korkudan sesi soluğu kesilmişti. Onu bir bebek gibi kucağına yerleştirdi ve hemen biberonu ağzına dayadı. Hayvan şimdi bir yandan iştahla sütü emiyor bir yandan da miyavlamaktan geri durmuyordu. Biberondan akan sütün bir kısmı göğsüne oradan da Meryem Hanım’ın entarisine damlıyordu. Bu evde ikinci günüydü. Dün mahallenin çocukları kapıyı çalıp “Meryem Teyze, bu kedi yavrusunu sokakta bulduk. Biri evden atmış. Yağmurun altında miyavlıyordu. Herhalde aç. Sen alır mısın?” dediklerinde pek şaşırmıştı. “Çocuklar, dedi. Biliyorsunuz, bende on kedi var. Ben yaşlı bir kadınım, hepsine zor yetişiyorum. Biriniz evinize götürüp baksanız iyi olmaz mı? Sevaptır.” Çocuklar bir şey söylemeden kediyi alıp gitmişlerdi. Bir süre sonra bahçeden bir ses duymuştu; çıkınca bahçede o yavru kediyi miyavlar halde bulmuştu; çocuklar onu gizlice bahçeye bırakıp kaçmışlardı anlaşılan. Zavallı çamur içindeydi. Titriyor, acı acı miyavlıyordu, belli ki açtı. Bir gözü de kapalıydı. Ya öyle doğmuştu ya da bir sokak kedisi onu tırmalayıp kör etmişti. Böylece on birinci kediye de kapılarını açmak zorunda kalmıştı. Hayvan, başına gelenlerden öylesine dehşete düşmüştü ki kucağında onu besleyen Meryem Hanım’dan bile köşe bucak kaçıyordu. “Allahım,” diye mırıldandı. “Bazıları ne kadar şanssız geliyor bu dünyaya.” Ona henüz bir ad bile takmamıştı. Öbür kediler hırpalamasınlar diye onu mutfağa koymuştu, kapıyı hep kapalı tutuyordu. Gerçi diğer kedilerin ona bir fenalık yapacaklarını sanmıyordu ama ihtiyatlı olmakta yarar vardı. Sadece ŞİRİN eve yeni bir kedi gelince pek mutsuz olurdu. Böyle durumlarda alıp başını giderdi; birkaç gün eve gelmez, Meryem Hanım’ı merak içinde bırakırdı. Beyaz tüyleri üzerinde gri lekeler olan dişi bir kediydi bu. Diğer kediler arasında soylu tavırlarıyla kendini gösterirdi. Yemek vakti hepsi miyavlayıp birbiriyle dalaşırken o sessizce durur, tabağına yemeğinin konmasını beklerdi. Bir de Meryem Hanım’ın kucağına bir kedi oturursa öfkeye kapılırdı; gözlerini iri iri açarak ondan kucağındakini hemen indirmesini beklerdi. Meryem Hanım şayet aldırmazsa, herhalde ‘iş başa düştü’ diye düşünüp tıslamasıyla tehdit ederek, olmadı tırmalayarak kediyi kendisi kucaktan indirmeyi çok iyi bilirdi. Yavru kedi karnı doyunca kucakta huzursuz olmaya başladı. Debelenip duruyor, tekrar sedirin altına saklanmak için sabırsızlanıyordu. Meryem Hanım onu usulca yere bıraktı ve sedire doğru kaçmasını izledi. Gülümsedi. Çok değil iki gün sonra kendisine alışıp pıt pıt peşinden geleceğini, koltuğa oturunca kucağından inmek istemeyeceğini adı gibi biliyordu. Mutfak kapısını kapadı ve oturma odasında televizyonun karşısına geçti. Bir süre ayakta kaldığı için varisleri yine şişmişti, ağrıyordu. Ayağının altına sehpayı çekti ve genellikle izlediği bir belgesel kanalını açtı. Aynı anda, nereden çıktığı bilinmez, MİKİ’nin yine zıplayıp kucağına oturduğunu fark etti. “Hiç ihmal etmezsin bu işi, değil mi?” diye mırıldandı gülümseyerek. Gerçekten de koltuğa her oturduğunda görevli gibi hemen koşar gelir, onun kucağına otururdu. ŞİRİN gelip onu huzursuz edene kadar da kucağından hiç ayrılmazdı. Sarı tüylü, dişi bir kediydi bu. O da daha gözleri açılmamış bir yavru iken sokaktan alınıp eve getirilmişti; meme emmeye hasretti. Bu yüzden olsa gerek, Meryem Hanım’ın kucağına oturur oturmaz yeleğini ağzına alır, dişlemeye başlardı. Meryem Hanım onu bu huyundan bir türlü vazgeçiremiyordu. Onu kırmak da istemiyordu, çünkü MİKİ’nin diğer kediler yanında özel bir yeri vardı: MİKİ onun doktoruydu. Bir keresinde, bacaklarında şiddetli bir ağrı baş göstermişti. Evde kimse yoktu. İnleyip dururken MİKİ kendisine dikkatle bakmış, bir şeyler mırıldanmış, sonra sıçrayıp yanına gelerek bacaklarını o pütürlü diliyle yalamaya koyulmuştu. Bir süre sonra Meryem Hanım’ı şaşırtan bir şey olmuştu. O şiddetli ağrı giderek hafiflemiş ve sonunda tamamen geçmişti. O zamandan beri MİKİ onun gözdesiydi. Bu arada, VİSKİ de koşup Meryem Hanım’ın yanına yerleşti. Kadife gibi yumuşak tüyleri olan bu kedinin sırtı siyah, ayakları ise beyazdı. Bu hayvanı da seviyordu Meryem Hanım. Pek uysal, sokulgan, iyi huyluydu çünkü. Yalnız fazla alıngandı. Olur ya, onu azarlayacak olsa hemen küser, günlerce eve gelmez, sokakta yatardı. Meryem Hanım onu okşayıp gönlünü alana kadar da eve dönmezdi. VİSKİ’yi İstanbul’da Kuruçeşme’de otururlarken eve almıştı kızı Nilgün. Bir gün komşusunun bahçesinde çay içerlerken görmüş onu. Üç, dört aylık bir yavruymuş. Onu sevmek isteyince aç olduğunu fark etmiş; midesi boşmuş, kemikleri sayılıyormuş. Komşusuna: “Bu hayvana bir şeyler verin,” demiş. Ama komşuları: “Veremeyiz, sonra buraya alışır!” deyince Nilgün yavruyu alıp eve getirmişti. Verdiği yiyeceğe deli gibi saldırmıştı yavrucak o gün. Sonra her acıktığında eve gelip yiyecek istemişti. Bir gün kapıyı açık bulunca içeri girmiş, bir daha da çıkmamıştı. Böylece evdeki diğer kedilere katılmıştı o da. Bu sırada SİMOŞ, her zaman yaptığı gibi, bir cambaz gibi vestiyerin ta tepesine tırmanıp oturmuş, yaşlı kadını ve yanındakileri gözlemekteydi. Televizyonda Afrika’daki sırtlanların yaşantısına dair belgesel bir film vardı. Filmi ilgiyle izlerken bir yandan da Tahtalı Cami’den okunacak ikindi ezanına kulak kabartıyordu. Tüyleri dökük bu yaratıkları pek sevemiyordu. Bir leoparın avladığı ceylana sırtlanın biri zorbalıkla el koyuyor, bir sırtlan sürüsü ise peşine düştükleri sığırı diri diri yiyordu. Hayvanın dehşet içinde böğürüp durması, sonra direnmekten vazgeçip boylu boyunca uzanması içini bulandırdı Meryem Hanım’ın. “Allahım, neden bu dünya böyle zalim?” diye aklından geçirdi. Sorusuna bir yanıt verilmiş gibi bir an sonra sırtlanların yuvaya dönüşleri, yerin altındaki inlerine sakladıkları yavruları güneşe çıkarmaları, onları emzirmeleri, karınları doyan yavruların keyifle alt alta üst üste oynaşmaları geldi ekrana. Demek birinin felaketi başkasının mutluluğu oluyordu. “Tövbe yarabbi!” diye söylendi. “Hikmetinden sual olunmaz. Ben cahilim, aklım ermez. Ama kimse kimseye kötülük etmese daha iyi olmaz mı? Sen buna muktedirsin. Herkes kardeş gibi yaşasa. Kurtla kuzu dost olsa…” Bu sırada MİKİ’nin gene hırkasını dişlemekte olduğunu fark etti. Anasının memesini emen bir yavru kedi kadar mutluydu. Başını okşarken: “Sen hiç büyümeyecek misin, kızım?” diye söylendi. Aynı anda kendisinin de seksen beş yaşına geldiğini, daha çocukken ölen babasını ne zaman düşünse gözyaşı döktüğünü hatırladı. Böyle yaptığında çocukları: “Ama anne, seksen yıl önce olmuş bu olay!” diyerek gülüşürlerdi. Evet, seksen yıl geçmişti aradan. Hayal meyal anımsayabiliyordu yüzünü. Anlatılanlara göre halim selim biriymiş. Çevresinde kimseyle ağız dalaşına bile girmezmiş. Giyimine çok özen gösterirmiş. Mersin’in o sıcak yazında bile giydiği beyaz takım elbisesiyle dikkati çekermiş. Sokağa çıktığında mahallenin kadınları pencereden gizlice bakıp, “Mahallenin zambağı çıktı,” diye fısıldaşırlarmış. Evlendiğinde evin bütün eşyalarını İstanbul’dan getirtmiş. Hele beş kapılı aynalı bir elbise dolabı varmış ki görenler pek şaşırıyormuş. Mahallenin kadınları yalnızca eşyaları görmek için eve gelirlermiş. Bir ekmek fırını varmış, iyi kazanıyormuş. Annesine: “Sana öyle bir ev yapacağım ki Bahçe Mahallesinde bir eşi olmayacak,” dermiş. Çocuklarına da çok düşkünmüş. Kendisini her akşam alıp deniz kıyısına götürdüğünü, dondurma aldığını, onu omuzlarına oturtup kumsalda gezdirdiğini hiç unutamıyordu. Yüksekte oturmaktan hem korkar hem de içini bir sevinç kaplardı. Ay, şimdi ona daha yakındı, dokunmak için elini uzatırdı. Sonra birden ev boşalmıştı. Fısır fısır konuşuluyor, annesi durmadan mendiliyle gözlerini kuruluyordu. Evde daima akrabalardan birileri oluyordu. Babasını sorduğunda ona “İstanbul’a gitti, kızım! Gelecek.” deniyordu. Bir keresinde “Ben babamı isterim!” diye tutturduğunda teyzesi “Baban öldü, kızım. O artık gelmeyecek,” demişti. Öldüğünde henüz otuz beş yaşındaymış. Bir karın ağrısı yüzünden ölüvermiş. O zamanlar insanlar doktor, hastane pek bilmezlerdi; hasta ancak ölüm döşeğinde iken doktor çağrılırdı. Belki de babası basit bir apandisit yüzünden ölüp gitmişti. O günlerde kavrayamadığı şeylerin nedenini çok sonra anlayabilmişti. Yemek vakti akrabaların gönderdiği yiyecekler, annesinin bayramlarda ona yeni giysiler almaması, sevdiği yemekleri pişirmemesi ailenin giderek yoksulluğa düşmesini anlatıyordu. Biraz büyüyünce, akrabalar arasında anlatıla gelen Suriye’deki mülkler, kulağına çalınırdı. Denildiğine göre Lâskîye ve çevresinde geniş araziler, tarlalar kalmış dedelerinden; ancak Suriye Hükümeti el koymuş bütün bu mülklere. Çünkü artık kendileri Türk uyruğuna geçmişler. Bu zenginliğin kaynağı da şöyle açıklanırdı: Büyük dedelerinden birine bir falcı şöyle demiş: “Senin karının kanına bir define gelecek!” Bunu duyan büyük dedenin aklı başından gitmiş. Ne yapıp edip bu zenginliğe kavuşmak istemiş. Hatta öyle ki, karısını kesip böylece o defineyi elde etmeyi bile düşünmeye başlamış. Bir gün eve bir konuğunu getirmiş. Karısı yemek hazırlığına kalkmış; aceleyle soğan soyarken elini kesivermiş. Kanı sütuna sıçradığında sütun çatlamış ve içinden gürrr diye altınlar boşalıvermiş. Dedesi ona falcının öngörüsünü ve kendi gizli niyetini açınca nenesi ona darılmamış bile. O zamanın kadınları işte böyleymiş; kendisini kesmeyi düşünen kocasına bile saygıda kusur etmezmiş. Ailenin zenginliği de işte buradan geliyormuş. Bu sırada MAMİK’in kapıyı açıp içeri girdiğini fark etti. Bu, diğer kedilerin tersine oda kapılarını açmasını pekiyi bilirdi. Sıçrayıp mandalı aşağı çeker istediği odaya girer çıkardı. Tüyleri kömür karası, gözleri yeşil bir kediydi. Uysaldı, iyi huyluydu, yalnız kucağa gelmeyi pek sevmezdi. Sokağa düşkündü. Sokağa çıkmak istediğinde diğer kedilere sataşır, türlü yaramazlıklar yapardı; Meryem Hanım o zaman MAMİK’in ne istediğini anlar, mecburen bahçe kapısını açıp onu sokağa salardı. MİNİK ile BEYAZ KULAK’ın ise yaşam öyküleri pek ilginçti. Bunların anneleri bir sokak kedisiydi. Nilgün, Kuruçeşme’de otururken sık sık onun karnını doyururdu; fakat soğuk havalarda bile onu eve sokmayı başaramazdı. Belli ki sokakta yaşamayı tercih ediyordu. Ancak soğuk bir Mart günü ağzında bir yavruyla geldi. Yavrunun daha gözleri bile açılmamıştı. Onu içeri bırakıp gitti. Biraz sonra ikinci bir yavruyla çıkageldi. Derken üçüncü ve dördüncü yavrular sökün ettiler. Her gün gelip onları emziriyordu. On gün sonra bir daha sokakta hiç görünmedi. Belki aracın biri çarpıp öldürmüştü hayvanı. Sanki öleceğini biliyormuş gibi yavrularını Nilgün’e emanet etmişti. Nilgün biberonla onları beslemiş ama yalnızca MİNİK ve BEYAZ KULAK’ı kurtarabilmişti. MİNİK anası gibi sokağa düşkündü. BEYAZ KULAK ise pek zekiydi; Nilgün ona TİLKİ derdi. Erkek olan DUMAN ile dişi TAVŞAN iki sevgili gibidirler. Hep beraber dolaşır, sarmaş dolaş yatarlar. Neyse ki diğer bütün kediler gibi Nilgün bunları da veterinere götürüp kısırlaştırmıştı. Bir de çok iyi huylu olan NİNOŞ vardı, çağrılınca hemen koşar gelirdi yanına. Dişi bir kediydi o da. Gri üzerine siyah çizgileri vardı. Nilgün onu bir arkadaşının evinde görmüştü. Mukavva kutunun içinde ufacık bir yavruydu. Raşitizm hastasıymış. Kucağına alıp sevmiş onu. Arkadaşı, onu tedavi ettikten sonra sokağa bırakacağından söz edince hemen alıp eve getirmişti. Ayağa kalkınca bacakları ayrılıp yere çöküyordu. Zeki bir hayvandı. Nilgün çiş kumunu ona bir kez göstermiş, o da hemen öğrenmişti, sürüne sürüne giderdi oraya. D vitamini ile tedavi etmişlerdi NİNOŞ’u. Meryem Hanım gece yatmadan önce onları tek tek sayar, eksik olmadığını görünce rahatlar ve uykuya dalardı. Kedilerle uğraşmak onu zinde tutuyordu. Bazı yaşlılara musallat olan yalnızlık, karamsarlık ve ölüm korkusu gibi illetler ona ne kadar uzaktı! Nilgün’den bu hayvanları alıp Mersin’e yerleşmesi iyi olmuştu. Böylece kızı da İstanbul’da daha rahat çalışıp para kazanabilirdi. Gerçi kediler yüzünden eve gelen akrabaları azalmıştı. Gelenler de kapıdan şöyle bir görünüp hal hatır soruyor sonra da evde veba mikrobu varmış gibi uzaklaşıyorlardı. “Ah, Meryem Teyze!” diyordu bazıları. “Şu kediler olmasa biz seni hiç yalnız bırakır mıydık? Ailenin en büyüğü sensin. Seni yanımıza alır el üstünde tutardık. Ama sevmiyoruz bu mendebur yaratıkları. Bir tane olsa neyse. Bir evde on tane kedi mi olur?” Böyle söyleyenleri anlayamıyordu Meryem Hanım. Görünüşte hepsi mazbut, iyi kalpli insanlardı ama evlerinde tek bir hayvan bile yoktu böyle söyleyenlerin; yine de sokakta miyavlayan aç bir kedi yavrusu görseler aldırmaz, başlarını çevirip giderlerdi. Nasıl oluyordu bu? Acıma duyguları neden böyle körelmişti? Hele dini bütün, beş vakit namaz kılan kişilerin şöyle mantık yürütmelerine hiç katlanamıyordu. Bunlar güya dini bir kisve altında ona şöyle yol gösteriyorlardı: “Meryem Teyze,” diyorlardı. “Sen bu kedilerin hepsini sokağa at! Onları yaratan Yüce Allah rızıklarını da verir nasıl olsa!” Olacak şey miydi bu? Bunlar sokak kedisi değil ki çalıp çırpsın, karınlarını doyursunlar. İki güne kalmaz ölürler açlıktan. Sonra bunlar Peygamber Efendimizin evinde kedi beslediğini, bu hayvanı mübarek elleriyle kutsadığını bilmiyorlar mıydı? Anlatılanlara göre, namaz kılarken seccadesine bir yılan gelmiş. Bunu gören kedisi fırlayıp onu kapmış ve dışarı çıkarıp öldürmüş. Peygamber bunun üzerine kedisinin sırtını sıvazlamış ve ona şöyle demiş: “Senin sırtın yere gelmesin!” İşte bundan kediler nasıl düşerse düşsün hep dört ayak üzerine konarlarmış. Mevlana’nın da bir kedisi varmış. Mevlana vefat edince kedisi kırk gün hiçbir şey yememiş, ardından o da ölmüş. Mahalleli kedilerle dolu bu eve “Kediler Evi” der, bazıları da Meryem Hanım’a “Kediler Annesi” adını yakıştırırdı. Meryem Hanım bu lakaptan gocunmazdı. Evet, kedilerinin annesiydi o. Onları daha yavru iken alıp büyütmüş, hasta olduklarında başlarından ayrılmamış, öldüklerinde yaslarını tutmuştu. Fakat bu “Anne” lakabını Nadire Hanım’a bırakmak çok daha doğru olurdu. Yaşlı, kara kuru bir kadındı Nadire Hanım. Gençliğinde birini sevmiş, sevdiği ölünce bir daha hiç evlenmemişti. Bütün dünyası kedileriydi. Çocuklar sokakta buldukları kedileri ona getirir, insanlar, kedileri yavrulayınca gelip ona bırakırlardı. Sanki göreviymiş gibi onları kabul eder, kimselere itiraz etmezdi. Evinde her zaman yüz ile yüz yirmi arasında kedi bulunurdu. Bazıları ölür, bazıları evden ayrılır, yenileri gelir, korkunç bir devr-i daim sürüp giderdi. Bu günlerde yüz on dört kedi vardı evinde söylediğine göre. Zeki bir kadındı. Hepsinin adlarını tek tek bilirdi. Bir keresinde evine uğramıştı da gözlerine inanamamıştı Meryem Hanım. Pislik içinde bir oda. Yıpranmış, rengi uçup gitmiş bir koltuk. Girip çıkan, sevişen, dövüşen, miskin miskin tüylerini yalayan, uyuklayan, oynaşan bir kedi topluluğu. Nadire Hanım bir yavruyu kucağına alıp ağzına biberonu dayıyor, onu doyurunca bırakıp başkasını alıyor. Bir yandan da Belediye’den yakınıyor: “Mersin’in kedileri burada toplanmış,” diyor. “Kimse evinde kedi istemiyor. Bense seviyorum bu hayvanları. Burası oldu bir sığınma evi. Ben yoksul bir kadınım. Bu kadar hayvanı nasıl beslerim? Üç beş kişi biraz para veriyor hayvanlar için. Belediye biraz yardım etse ya! Ne gezer. Tersine, Zabıta ikide bir eve gelip beni uyarıyor, komşular kedilerden şikâyetçi diye.” Zor bir hayat, diye düşünüyor Meryem Hanım. Tanrı Nadire Hanım’ı böyle deniyor belki de. Bir gün kalbi yorgunluktan duruverecek. Kedilerine kim bakacak o zaman? Belediye bile girmez o yükün altına. Yavrular ölecek, diğerleri sokaklara dağılacak. Anne ölünce felaket başlayacak. Meryem Hanım onu kedilerin annesi gibi görüyor, ama bir yandan da onu bir evliya gibi düşünüyor. Tanrı’nın, kimsesiz hayvanları korumak için görevlendirdiği bir evliya. KEDİLER EVLİYASI. Sedat Erden Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR